Blade Runner (Enteller uyurlarken neyin rüyasını görürler)

Dün gece, uykuya dalmadan evvel, o sırada yanımda olan ve şu sırada adını vermek istemediğim bir hanımın “Ben çok acıktım, sucuk yesek mi?” şeklinde sorusuyla kendimden geçmişim.

Rüyamda ilkin kendimi sucuk keserken gördüm, bayağı da iyi kesiyordum, sucuk da öyle dağılmıyordu, buzu da güzel çözülmüştü, neyse, asıl bahsedeceğim rüya kısmının bu olmayışından ötürü, geçelim şimdi bunları.

Televizyonda/bilgisayarda bir film izliyordum. Hugh Laurie oynuyordu, Şekspiryen (Shakespearian, istesem yazabilirim yani) bir dönemde geçiyordu (tabii Şekspiryen Dönem denmez aslında, Elizabetyen demek lazım, I presume (humbly)). Adı da Venedik’te Ölüm idi ama o halimle bile Venedik’te Ölüm’ün 20. yüzyılda geçtiğini biliyordum, yaşlı bir erkeğin genç bir erkeğe duyduğu ilgi etrafında yazıldığını biliyordum, yani bu Venedik’te Ölüm’ün, o Venedik’te Ölüm olmadığının farkındayım (ve dahi gördüğümün Venedik Taciri olmadığını da, teşekkür ederim, hıh!). Karakterin adı Lazio/Lazlo, onun gibi bir şeydi.

Bu yapıtı izlerken çok beğendim ve etkilendim rüyamda, o kadar ki, “artık seyretmeyeyim, kitabını okurum, spoil olmasın, burada keseyim” deyip, akabinde kapattım. Zaten sonrasında Ece kulağımın dibinde bağırıp üstümde zıplamaya başlayınca da uyandım.

Rüyamdan çok etkilenmiştim, bir kontrol edeyim dedim, ilkin Lazio, ardından da Lazlo’yu arattım Wiki’de, Viktor Laszlo dışında bildiğim / ilgilendiğim bir şey bulamadım. Sonra Venedik’te Ölüm hakkındaki girişe bakayım dedim. Konusu hakkında yukarıda yazdığım bir cümleden başka bir bilgiye sahip değilim, yazarını dahi hatırlamıyordum, “Thomas Mann” olduğunu görünce hatırladım. Yani “Yazarı kimdir?” deyu sorup 4 seçenek verseydiniz, sanırım Mann olduğunu bilirdim.

Ne kadar uzadı yine bu giriş. Punch-line’ı girelim de bitirelim. Efendim, kitaptaki baş karakterlerden diğerinin adı Tadzio imiş ve bunu benim önceden bilmeme imkan yoktu, ah bilinçaltı ah bilinçaltı! Yani Hugh Laurie’yi de gördüm ya aynı konsept içinde, direkt House’a yeni bölüm, Amber’ı çıkarın (lütfen bu arada, ciddiyim, son bölümlerde gözle görülür bir toparlanma oldu, bir de Amber olmasaymış kanat takıp uçacakmışsınız), beni alın.

Ya bu kadar mı çiğ/yavan ve bir o kadar da dantellektüel göndermeler olur:
* Venedik’te Ölüm
* Venedik Taciri döneminde geçiyor
* Bilinçaltı sömürgeni dizinin başrol karakteri başrol oynuyor.

Yok, yok ben kitabını okuyayım bari, koydum sıraya. Geçen gün Benjamin Button’ın Hikayesini okudum da (Gutenberg’den indirebilirsiniz – 75 yıl geçtiği için telife dahil değil artık) filmini sever oldum.


S. Freud : Hoşgeldiniz Sayın Sururi, bana dün gece gördüğünüz rüyanızı anlatır mısınız?
S. Sururi : A, tabii, Venedik’te Ölüm’ün bir prodüksiyonunu izliyordum..
S. Freud : Bu kadar bilgi yeter, daha fazla konuşmanıza gerek yok. Şimdi çıkın buradan, sizi küçük düzyazar…

son dakika gelişmesi…

(AA) evet sayın okurlar, sevgili seyirciler, hiç olmayacak denen şey oldu ve bu satırların naçizane yazarı, dün itibarıyla yıllara uzanan Stalker izleme serüvenine son noktayı koydu!

Ne demişiz bakalım en son Stalker’dan bahsettiğimizde:

Beri yandan senelerdir gözümü korkutan, o yüzden arşivde öylece durmakta olan Tarkovsky’nin Stalker’ını, Barış’ın methedip durduğu S.T.A.L.K.E.R. – The Shadow of the Chernobyl’i oynadıktan sonra bu sefer hakikaten izlemeye karar verdim (Löker’e duyurulur! ((Löker’e duyurulur zira, o da bir türlü Stalker’ı izleyememekten muzdaripti de, bir gün bir araya gelip birbirimize destek olarak bitirmeye sözleşmiştik, buluştuğumuzda ise Stalker’ı değil de Kar-Wai Wong filmleri izlemiştik)) 8) Geçen gün Bengü’yle oturduk ekranın karşısına, Stalker’ı seyretmeye, dürüstçe bu filmle ilgili ne kadar heyecanlı olduğumu belirttim kendisine, hatta “senin en sıkıcı bulduğun yönetmenin kendi filminde bir karakteri sıkmak/baymak olarak kullandığı filmdir bu” dedim, Bengü, Nuri Bilge Ceylan’dan hiç haz etmez ve dahi filmlerini kendince daha doğru bulduğu adlarla sıralar: Kasaba Sıkıntısı, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak Sıkıntısı… Filmi koyduk, 5 dakika geçmedi, Bengü uyuyakaldı, sanırım başka bir bahara…

15 Ekim 2007

Bu alıntıladığım girişten bir hafta sonra Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ini bitirimişim ama filme yeniden başlamam için buraya gelmem gerekti. Bir şekilde, parça pinçik yarısına ulaşmıştım ki, Bengü ile Ece güneş gibi doğdular Delft’e, Stalker mtalker kalmadı, uçtu gitti aklımdan.

Stalker

Artık havaların erken kararmasından mıdır, nedir, neredeyse günü gününe bir yıl sonrasında, Stalker yine beni çağırdı, bu sefer tamamladım. Film güzel ama hikayesi daha güzeldi (ve çok farklı, tıpkı Solyaris’de olduğu gibi, ama Solyaris’in filmi benim hassas bünyeme daha bir uygun gelmiş idi). Bunda amca çok entel takılmış.

Ben daha küçü-küçücükken (18-19) çok sevdiğim bir dergi vardıi “-yine- Hişt!” adında, onun kapağında görmüştüm ilk olarak şu alıntıyı:

Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz.
– Tarkovsky

Bu kadar basit ve net ve keskin bir saptama beni benden almıştı. Yok, o sözler bunda değilmiş, son filmi “Fedakarlık”ta imiş, hatta alıntılamak gerekirse (in ingriş ver eveylıbl):

Man has constantly violated nature. The result is a civilisation built on force, fear, dependence. All our technical progress has only provided us with a comfort, a sort of standard. And instruments of violence to keep power. We use the microscope like a cudgel. As soon as we make a scientific breakthrough we put it to use in the service of evil. And as for our standard, a wise man said that sin is that which is unnecessary. If that is so, then our entire civilisation is built on sin from beginning to end. We have acquired a dreadful disharmony, an imbalance between our material and our spiritual development…Our culture is defective.

Ben de hep söyler dururum, elimde olsa teknolojik ilerlemeyi durdururum, teknolojik açıdan daha ileride olmamız kesinlikle daha mutlu olduğumuz anlamına gelmiyor. Bilakis, dünyanın içine ettik, literally yaşanmaz bir yer yaptık (what have they done to the earth, baby? what have they done to our fair sister? Ravaged and plundered and ripped her and bit her. Stuck her with knives in the side of the dawn and tied her with fences and dragged her down (I hear a very gentle sound)). Bir de şu hep söylenegelen klişe ama zannımca doğru bıybıy var: Eskiden 10 dökümanı yazmak 10 saat alıyordu, şimdi bilgisayarların yardımıyla 1 saat. Ama bu demek olmuyor ki 9 saat boş oturup, dinlenebiliyorum.. (bıybıybıy).

İlginç olan, amca ile (Tarkovsky) damardan görüşlerimiz örtüşüyor ama bu beni pek rahatlatmıyor ne yazık ki. Stalker’da iki kere net bir şekilde oldu bu. Birincisi :

– Ahanda, ömrüne yüz yıl daha eklendi! Ne mutlu sana!
– Evet ama neden sonsuz yaşam değil Ölümsüz Yahudi‘ninki gibi..

ama birebir için bkz:

A man writes because he’s tormented, because he doubts. He needs to constantly prove to himself and the others that he’s worth something. And if I know for sure that I’m a genius? Why write then? What the hell for?

ve dahi:

Salinger’dan (Seymour: An Introduction) tavsiye ile aldığım R.H. Blyth’in yazılarından derlenen Games Zen masters play rezaletinden sonra Razor’s Edge hala patlak vermedi, bakalım. Zen’ci insanlarda ve aşmış entellektüel insanlarda (bu insanlara hemen örnek olarak Roland Barthes’ı verebilirim) pek de tahammül edemediğim bir kusur çok konuşmak ve yazmak… Satoriye ulaşmış bir insan NEDEN diğerlerini de ulaştıracağım diye çırpınır durur ki? Her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan yazmayı başarmış Roland Barthes’a tercih edeceğim yegane kişi her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan düşünen ve yazmamayı başarabilmiş bir Roland Barthes olurdu şüphesiz. İnsanlardaki bu “bilgiyi paylaşma, coşma koşma lalala” isteğine asla anlam veremedim. İdeal düşünürüm hayatının %60’ına kadar konuşup yazmış, ardından aydınlanmış ve kalan %40’ını da sessiz bir şekilde geçirmiş bir kişi olacaktır nitekim, duyurulur (erkeklerde askerlik ile ilişiği olmaması, bayanlarda Q-klavye kullanımı ayrıca aranan nitelikler arasındadır).

2 Nisan 2007

Bir de karakterler itibarıyla Butor’un Boşluk‘unu, Boşluk deyince de Albert Camus’nün Düşüş’ünü hatırladım – daha doğrusu hatırlayamadım, üzüldüm. Bu aralar Kara Kitap’ı yeniden okuyorum ama ilk defa mı okuyorum yoksa, onu da çıkaramıyorum, bunu da şuradan hatırladım, Borges’in ve Celal Salik’in yolları çatallanan bahçelerinden derlenen gül destelerinden (ahanda kelime oyunu). Neyse, uzun uzun yazarım elbet Kara Kitap hakkında da. (Dayanamadım devam edeceğim : Sorsanız, “Düşüş’tür, Camus’nün en sevdiğim kitabı” derim, Veba ile Yabancı’yı okumuşluğum var onun yanı sıra. Ama yıllar aldı götürdü okuduklarımı, bir tek sıralamam kaldı yadigar. İyi bir şey aslında, mesela tam da bu yüzden yine okuyabilir Karamazov Biraderler‘i, The Sea, the Sea‘yi ve daha pek çok güzel şeyi. Ama yine de Dönüşüm dün gibi mesela…)

Booker ve Iris Murdoch

Atonement’ın filmini izledikten sonra, kitap hakkında biraz daha fikir sahibi olmak açısından şöyle bir sanal denizlere yelken açtım. Bu kitapla Ian McEwan, Booker ödülünü kıl payı kaçırmış (hemen üzülmeyin, bir önceki kitabı Amsterdam’la zaten almışmış ödülü). Booker ödülünü alanların listesine bakar iken Hande’nin gene Atonement ile ilgili yazısında bahsini geçirdiği John Banville’in The Sea kitabını da gördüm ama bu listenin bana asıl anımsattığı sevgili Iris Murdoch’ımın sevgili fkk’m sayesinde edinip okuduğum The Sea, the Sea‘si oldu. Bir ara Iris Murdoch sevdam gelmişti de, birbirini takiben pek çok kitabını okumuştum (hatta İTÜ’de “kendi imkanlarımla” okumaya başlayıp da, ODTÜ kütüphanesinde cilt cilt Murdoch’ları görünce nasıl da mutlu olmuştum).

Iris’le birlikteliğimiz onun The Sacred and Profane Love Machine‘de yaptığı “o şeye” kadar sürdü ama o anda o kitabı da, further Murdoch readinglerimi de bir kenara kaldırdım, onu da affetmedim.

Onca Murdoch kitabının ardından başlıca üç kitabı vardır benim için:
The Sea, the sea
The Black Prince
The Philosopher’s Pupil

Bu da böyle. Black Prince hele, bana resmen eziyet etmiştir. Bu bağlamda Ernesto Sabato’nun Tünel’i, Michel Butor’un Değişme’si ve Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar’ı ile eşdeğerdir – bana beni anlatıp da çok fena yaralayan.

Neyse, ne diyordum, nereye geldim.. 8)

The Sea, the sea… Bu hayatta sadece bir tek Murdoch okuyacaksınız, o da bu olsun.. 8P

Şimdiii, aşağıya fkk ile vaktiyle yaptığımız uzuuuuun mu uzuuun bir HiTNet yazışmasını aktarıyorum. Önce ayrı bir link olarak verecektim ama sonra -nedense- vazgeçtim. Okuyan okur, okumayan okumaz, bandwidth’ler şişer.

Ladiiiiessss and Gentlemeeeeen here I present you the IM tour de force:

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=
From: Emre Sururi Tasci -etasci@hitnet.bbs.tr>
To: DG -duzyazi@hitnet.bbs.tr>
Date: Tuesday, March 20, 2001, 1:43:10 AM
Subject: Fwd: Re: [DUZYAZI] The Sea, The Sea, The Sea (Three sides of every story) 1
Files: -none>
–====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-===–
This is a forwarded message
From: Emre Sururi Tasci -etasci@hitnet.bbs.tr>
To: Duzyazi Alani Sakinleri -duzyazi@hitnet.bbs.tr>
Date: Tuesday, March 20, 2001, 1:38:55 AM
Subject: : Re: [DUZYAZI] The Sea, The Sea, The Sea (Three sides of every story) 1

===8-==============Original message text===============
pofff.. mesajı yazmıştım, 20000 sınırına takılmış… senin
alıntılardan biraz keseceğim fkk, kusura bakma…

sevgiler,
yine s.

This is a forwarded message
From: Emre Sururi Tasci -etasci@hitnet.bbs.tr>
To: DG -duzyazi@hitnet.bbs.tr>
Date: Tuesday, March 20, 2001, 1:25:04 AM
Subject: [DUZYAZI] The Sea, The Sea, The Sea (Three sides of every story)

===8-==============Original message text===============
Quoting DG:

EST>> ‘Mr Arkwright, do you ever see any very large eels in this vicinity?’

DG> * Heavy Spoiler * (hele Emir de okuyacaksa..)
evet emir! keep off! sanırım ben de ‘ağır’ birkaç şey söyleyeceğim..

DG> – Prehamis –

DG> Onur bak, o BBS tipi mesajlardan birini atiyorum, aman dikkat 🙂

DG> Ayrica Extreme’in? Three sides of every story diye cok sevdigim bir
DG> albumu vardir ama, pek tutulmadi zamaninda… Her neyse..
bilmem, bilemem sevdiceğim.. ama sanırım bu kısım da o’su büyük (?)
onur’a gidiyordu..

DG> – Mesaj –

DG> The Sea^2’de ki butun o dev yilan baliklari, canavarlar, yildizlar,
DG> hayaletler, bogulmadaki hint fakiri numaralari bayagi ilgincti
DG> gercekten, mail listte de epey biseyler konusulmustu bu konuda. Gene
DG> bildigim kadariyla, Peter Conradi Iris Murdoch icin ‘a magical
DG> realist’ yazmisti biryerlerde ama kuskusuz Murdoch’in iluzyonlarini
DG> Marquez’le karsilastirmak yanlis olur.. Gelgelelim, mesela Byatt
DG> The Sea^2 incelemesinde,
valla conradi midir, her kimse, ona kocaman bir yuh! diyorum… onca
kitabı arasında bir bu kitapta rastladım böyle olaylara… amcam
herhalde, bir tek bu kitabını okumuş murdoch’ın, bir de bizim “bütün
murdoch kitapları birbirine tıpatıp karakterler” muhabbetimizi… yok
canım, yok öyle bir şey (dağılın..)

DG> “And the magic? How do the deamons, sea-serpents, Tibetean magical
DG> ‘tricks’ and the careful realism of Charles’s daily tidinesses and
DG> chaos fit? Not quite”

yep. not quite ama charlie zaten kendisi bir açıklama getiriyor buna,
yersek veya yemezsek ama adam yapıyor açıklamasını (LSD olayı, i
mean). kaldı ki, başlarda, hani “a terrible thing happened” deyip,
sonra da ‘hiçbir şey olmamış gibi’ devam ediyor ya, ben orada kıl
olmuştum (gerçi olanı deniz canavarı değil de, konuyu az buçuk
bildiğimden kelli hartley’i görüşü sanmıştım, ama olsun) sonrasında
da, hani savunmaya geçiyor ya, belki kıllanmışsınızdır, hem terrible
thing happened diye yazıp, sonrasında da normal devam edişime ama
bakın, açıklayayım, şöyle şöyle bir şeyler diyor ya, o da doyurmadı
beni. bir murdoch röportajında okumuştum, hatun kişi, bütün romanı
önce kafamda baştan sona yazıp bitiririm, sonra kağıda dökerim
diyordu, bunu bilmesem, gidişatta yazdığını söylerdim bu kısmı..

DG> dedikten sonra oykunun akisindaki bu degisikliklerin kimilerine keyif
DG> verebilecegi gibi okurun inancindaki atlamalarin iritasyon
DG> yaratabilecegini de hatirlatmis.. Ama tabii bana sorarsaniz ablamiz
DG> n’eylerse guzel eyler.. Hos hakkini yememek lazim, Byatt’in
DG> incelemesiyle (Degress of Freedom, kitabi marketinizden israrla
DG> isteyiniz)
var bizde güzelim, merak etmeyiniz (kütüphanede yanlış hatırlamıyorsam
3 adet murdoch incelemesi vardı, hatta bora ile keşfettiğimizde şok
olmuştuk, sittin tane doris lessing kitabı, incelemesi ile vaktiyle
odtü’de yapılan “doris lessing sempozyumu” gibi bir olayın tutanakları
da vardı)
DG> , Melekler Zamani’ndaki Elizabeth ile The Sea^2’deki
DG> kuleye kapatilmis prenses motifinin benzerligi gibi enteresan pek cok
DG> seyi farkediyor insan..
daha önceden de yazmışımdır; melekler zamanı ile rüya sakinleri (oder
rüya gezginleri oder bruno’s dream, hangileri doğru, hatırlamıyorum)
tamamıyla içiçe geçmiş hatta yıkıcı girişim yapmış durumdalar
belleğimde… o kadar az şey hatırlıyorum ki… bir de, byatt’ı
görünce “vayz!” demiştim, “teyzem nereden nereye…”

DG> The Sea^2’nin diger IM kitaplarindan farki, bence, guzel olay kurgusu
DG> bir yana, Deniz’in diger kitaplarindan cok daha fazla on plana cikisi
DG> (yoksa icinde Deniz ve/veya Thames, taslar, ressamlar ve/veya
DG> aktorler, guzel ve etekli kizlar, Wittgenstein ve/veya Platon gecmeyen IM
DG> kitabi yoktur) ve tabii ki return of the beloved konusudur ki, ustasi
DG> Emre buralardayken benim bu konuya girmem yakisik almaz…
8) pub’ları unutmuşsunuz ki, çok ayıpladım (cık cık cık.. 8)
sonra inzivaya çekiliş, romanın önemli bir kişisinin ölümü de
sayılabilir. ve sanırım, geçmişten yahut da uzak akrabalardan hiç
beklenmedik bir yakınlık, ilişkiye geçme de. sonra, ekseriye porselen,
biblolar (bir yere kadar black prince’te hatırlıyorum, phil’s pupi’de
de vardı, nun’s and soldiers’da sanki, italyan kızı’nda bilmiyorum).
ayrıca önem verilen kişiliği olan bir ev de her romanında mevcut.
aklıma gelmişken yazayım: sanırım italyan kızı ile phil’s pupil aynı
evde geçiyor (yani evler birbirine öte benziyor) hatta karakterler de
aynı kibin. (anne, hizmetçi, iki erkek kardeş, büyük kardeşin metres
olayı, vs..)

the sea^2’de beni şok eden, hatun kişinin nasıl bu kadar maskulin
yazdığı oldu… kadınları öyle bir anlatıyor ki… yani…

DG> Tas dedim de, dun aksam uyuya kalmadan once Nuns & Soldiers’da Anne’in
DG> ruyasinda(?) Christ’le karsilastigi bolumu okudum ve o kadar guzeldi
DG> ki, tanrim, sabah kalkinca acaba bir ruya miydi diye dusundum 🙂 (ilk
DG> bos vaktimde alana aticam, soz. Hem de sokak guvercini sozu.)
offf ya! hakikaten müthişti… ben de vaktiyle “ilk fırsatta
alıntılanacaklar” listesine koymuştum, kısmet sizeymiş…

… hIcbIR seYIM YOk akIp gIDEN sOKAkTaN bASka… c.sUreyA

——————————————————————————-
Origin : HiTNeT E-Posta Listeleri – http://www.hitnet.bbs.tr

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=
From: Emre Sururi Tasci -etasci@hitnet.bbs.tr>
To: DG -duzyazi@hitnet.bbs.tr>
Date: Tuesday, March 20, 2001, 1:43:54 AM
Subject: Fwd: Re: [DUZYAZI] The Sea, The Sea, The Sea (Three sides of every story) 1.5
Files: -none>
–====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-===–
pofff… böldüğüm halde ilk bölüm yine takılmış… onu da bölüyorum,
bu 1.5’uncu parça.. (o gönderdiğim de takılınca şimdi anladım, fwd
edince, eski mesajı da kapsıyor, böylece mesajın boyutu iki katına
çıkıyor… neyse, geç olsun, güç olmasın..)

————————————
DG> Murdoch’in kitaplarini niye bu kadar sevdigim konusuna gelirsem, bence
DG> yazdiklarini, soylemek istedikleri (ne kadar sevimsiz bir laf) ve de
DG> soyleme uslubu seklinde ikiye ayirmakta fayda var.. Sanat, neticede,
DG> gercegi dile getirmenin bir yolu olmasi ve aslinda, filozof yengemizin
DG> Wittgenstein’in ongordugu bicimde dogrudan dile getiremedigi pek cok
DG> dusuncesini aciklayabildigi bir arac olarak dusunuldugunde, ilk
DG> bakista kadinin kitaplarindan zevk almak icin derin bir felsefe genel
DG> kulturu gerektigi dusunulebilir, ki bu kismen dogru bir tanimlama da
DG> olur.. Hatta itiraf etmek gerekirse, adini habire unuttugum
DG> kitabi Metaphysics as a guide to morals’den su Derrida ve
DG> yapisalciligi cevirmeye baslamamin sebebi, Banks’in excession’da gecen su
DG> cumlenin bana Murdoch’i felaket bicimde hatirlatmasi oldu; sadece
DG> weapon yerine, mesela, love yazin yeter, IM’nin herhangi bir kitabinda
DG> heran karsiniza cikabilir:

DG> “The weapon, like anything else, could only finally be judged by the
DG> effect it had on others, by the consequences it produced in some
DG> outside context, by its place in the rest of the universe.”
bu paragrafı “ayıklayıp” “mostly harmless spoiler” ibaresi ile emir’in
görüşüne açalım, şevke gelsin derim (ben). ayrıca murdoch’ı sevmenizin
bir sebebi daha var ki, çok şükür, beni bunu öğrenmeye hakkı olan
insanlar arasında sayıp, bahşetmiştiniz naçizane kulunuza… (the
net’ti, değil mi?)

DG> Nitekim Witty ve Derrida, kelimelerin[1] nesnelere onceden baglanmis
vaktiyle butor’un ‘masa’ üzerine yazdıklarını yollamıştım sanırım…
yoksa cem akaş’ın mıydı o tartışma… yoksa hayalet gemi’den miydi?
pofff…
DG> isimler olmadigini ve kelimelerin anlamlarini kendi aralarindaki
DG> iliskiler vasitasiyla (Witty ek olarak yasamdaki kullanim biciminden de
DG> bahsetmisti ya) kazandigini soylemislerdi.. Neyse, asagiya daha once
DG> alana attigimi sanmadigim, Murdoch’un bu felsefi yonuyle ilgilenen cok
DG> guzel bir mesaj ekliyorum..

murdoch, bir ara sartre’ın sevgilisi olmuş… ondan etkilenmiş gibi
geliyor bana ama sadece romancılık konusunda… yani sartre’ın
romanında ne kadar felsefe varsa, murdoch’ta da o kadar edebiyat,
sartre’da ne kadar edebiyat varsa, murdoch’ın romanında da o kadar
felsefe gibi geliyor bana (aha, böyle de ahkamımı keserim)…

bir de kelimeler üzerine, beni bp’de (superV) kopartan yer:

(Francis Marloe’nun kitabın sonundaki analizi)

(…)Bradley tells us in so many words that his parents kept a PAPER
shop. (Paper: papa.) The ‘crime’ of soiling paper (defaecation) is a
natural image of the revolt against the father. (…) Why does Bradley
gloatingly idolize ‘grand’ satationers’ shops? Father never got THIS
far. This is a ‘gift’ far beyond the humble resources f the original
shop. (And of course gilt: guilt.) (…) Moreover (and what do we need
more to complete our theory?) should we wish to inquire further
concerning the identity of this monster we have only to consider the
two initial letters of his name. (Black Prince. Bradley Pearson.)(…)

A subscription list form y forthcoming work, “Bradley Pearson, the
Paranoiac from the Paper Shop” is now open c/o the publisher.

off ya! murdoch sanırım bu bölümü yazarken kahkahalarını tutamıyordu.

murdoch dedim de, aklıma geldi, bir gazete haberi:
7 Mart 2001, Hürriyet

Alzheimer Tembel Hastalığı

Yaşlı insanlar üzerinde araştırma yapan ABD’li bilim adamları, gençlik
ve ergenlik yıllarında entelektüel ve hareketli yaşam sergilenlerin,
Alzheimer hastalığından daha fazla korunduğunu açıkladılar.

(habere resim olarak ronald reagan’ı koyarsan, olur tabii ama yuh
yani… entelektüel yaşamda zaten batıyor, buna bir de, murdoch’ın
kocası ile evlenme kararını onunla dans ettiğinde vermiş olduğu
bilgisini ekliyorum…)

DG> Bununla beraber kadininin romanciligi (yukarida uslubu dedigim sey)
DG> basli basina bir olay.. Gene The Sea^2’den simdi hatirlayamadigim
DG> birisi buyuk ihtimalle okurken farketmedigim bir ornek vermisti: bir
DG> gun Charles kuleye masa tasirken masayi dusurur ve romanin ilerki
DG> bolumlerinden birinde Lizzie’nin ona ilk sordugu sey, kayalarin
DG> arasindaki masayi gorup gormedigi olur..

arşivciniz burada da hizmetinizde!..

I did not look at the crabs after all. I became obsessed with the
idea of carrying a cahir and table out to the tower, and I set off
across the rocks with the little folding table which I had moved from
the middle room to the drawing room. This object soon began to seem
absurdly heavy, and I found to my annoyance that the smooth steep
faces of the rocks were to difficult to climb while I was holding the
table in one hand. Eventually I let the thing fall into a cravasse. I
must try to pioneer some easier way to get to the tower.

———————————————–

Lizzie dropped her eyes, reached out one hand to the wall,
balanced to shake her broken sandal off, and put her bare foot down
into the grass. She said, ‘Did you know that there was a table there
among the rocks?’
‘Yes, I put it there.’
‘I thought the sea might have brought it in.’
(p97)

black prince’te de, hani kızla bir operaya (rosenkavalier) giderler,
yaşlı kadın genç bir adamı seviyordur, dayanamaz, operadan kaçar
bradley… sonra ölmeden önce operanın sonunda ne olduğunu sorar P.
Loxias’a..

DG> Bunun gibi detaylari o kadar
DG> guzel kotariyor ki kadin, (yet, Proust kadar iyi degil. Yeri gelmisken
DG> bir daha: Proust gelmis gecmis en iyi yazardir. Herif icin roman degil gunluk
DG> yazaridir dediklerini dusunuyorum da…) okurun bu detaylarla
DG> beslenen bir dunya yaratmasi gercekten cok kolay ve zevkli oluyor,
DG> zaten iyi bir yazardan baska ne yapmasi istenebilir ki..
DG> Nitekim Byatt da sunlari yazmis:

DG> “I think what I ultimately most admired was Miss Murdoch’s
DG> extraordinary success, in this book, with one of her expressed
DG> ambitions -to suggest, as Shakespeare and Dickens do – a world of
DG> people related to ‘in’ this fictive world- who are only sketched, or
DG> mentioned, or hinted at. A success with things unsaid, and people
DG> undescribed. Clement takes almost no-page but is a huge presence.”
kesinlikle… mesela nunnies’de kont. off offfff…

DG> vs. vs… Bir de foklar olacakti ama, neyse artik.
şimdilik sadece bahsediliyor…

===8-===========End of original message text===========


Best regards,
Emre mailto:etasci@hitnet.bbs.tr

… vE beN bUyudum bIr gEcE… eDa’bI#2

——————————————————————————-
Origin : HiTNeT E-Posta Listeleri – http://www.hitnet.bbs.tr

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=
=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=
From: Emre Sururi Tasci -etasci@hitnet.bbs.tr>
To: DG -duzyazi@hitnet.bbs.tr>
Date: Tuesday, March 20, 2001, 1:34:20 AM
Subject: Fwd: Re: [DUZYAZI] The Sea, The Sea, The Sea (Three sides of every story) 2
Files: -none>
–====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-====—-===–
kesmeye kıyamadım, ikiye böldüm ben de…
————————————————
DG> – Postscript –

DG> —-

DG> From: “John Najjar”
DG> Date: Wed Sep 13, 2000 2:34pm
DG> Subject: Prehistory History Postscript:Life Goes On.

DG> Hi,
DG> I do not know if email is a good medium in which to discuss the
DG> complex themes of Iris Murdoch’s novels, as it is very difficult to
DG> deal with her complex ideas and themes in a few words. I have tried to
DG> be as concise as I could possibly be, without falsifying her ideas by
DG> being too general.
DG> Anyhow, in , The Sea, The Sea, I think that Iris, by using these
DG> three sections to structure this novel,( “Prehistory”, “History”,
DG> “Postscript:Life goes on”) is attempting to highlight a major theme in
DG> not only this novel, but all her novels. Iris Murdoch taught in the
DG> philosophy department of Oxford University for many years, but, as she
DG> made clear in her early essays, Murdoch became increasingly
DG> disillusioned with modern Western philosophy.
thesea^2’nin intro’sunu okumuş muydun, o da çok güzel.. hatta onu
okurken, öyle bir gaza geldim ki, fukuyama’yı da, derrida’yı da
unutup, bir kere de ben çıkardım tarihin öldüğünü… genelde pek sesli
yorumda bulunmam tek başımayken, ama sesli sesli belirttim “tarih
artık yok.” diye..
DG> In all her
DG> novels,however, Murdoch’s major concern is a philosophical one. Her
DG> novels explore and bracket this question: “What is truth?”; or to put
DG> it another way – – “how do we know that what we believe to be true and
DG> good, really is good and true”. When we make a judgment about another,
DG> how can we know that our perceptions are just and true?
????? aynı murdoch’tan mı bahsediyoruz??? gerçi şimdi aklıma geldi,
phil’s puppy’den bir kuple: (phil. ile genç bir hanım konuşmaktalar,
phil, kızın arkadaşlarından birini kötülüyor, genç hanım da, aksini
iddia ediyor..)

‘There’s no mask, she’s a very truthful person, she’s one of the
best people I’ve ever met!’
‘I think you don’t know how coarse she is and the things she can
say – you are a child and you have met very few people and you think
too well of everyone – people who seen nice can be thoroughly wicked.’
‘What’s wicked is that article you’re so obsessed with, you got
all that stuff out of the article, it’s all just spiteful lies, you
haven’t any proof. Well, have you?’
‘Strong probabilities amount to proof.’
‘Perhaps they do in philosophy, but I prefer to believe what I
see clearly.’
‘That’s in philosophy, too. But what you see clearly be false.’

(p453)
ama bu mevzuata ana olay demek… cık!

DG> An awareness of a number of myths or metaphors are important to fully
DG> understanding the work of Iris Murdoch (she read Classics at Oxford).
DG> These myths or metaphors are: Plato’s myth of the Cave from his
DG> Republic, the ancient Greek myth of Eros, Apollo and Marsyas. I will
yunan meselesine dair:

Of course most theatre is gross ephemeral rot; and only plays by great
poets can be READ, except as directors’ notes. I say ‘great poets’ but
I suppose I really mean Shakespeare. It is a paradox that the most
essentially frivolous and rootless of all the serious arts has
produced the greatest of all writers. That Shakespeare was ‘quite
different’ from the others, not just ‘primus inter pares’ but totally
different in quality, was something which I discovered entirely by
myself when I was still at school; and on this secret was I nourished.
There are no other plays on paper, unless one counts Greek plays. I
cannot Greek, and James tells me these are untranslatable. After
looking at a number of translations I am sure he is right.

theseax2, p36
DG> now try to highlight why these myths and metaphors are so necessary to
DG> her work, and how this may related to the first section of The Sea,
DG> The Sea – “Prehistory”.
DG> As an aside, I would like to mention that by structuring this novel
DG> around 3 sections, Murdoch is drawing the reader’s attention to the
DG> fact that this is a history, a story. Murdoch has been criticized for
DG> writing the same novel over and over again.
****Murdoch has been criticized for writing the same novel over and
over again.*** biraz adice olacak ama espri olarak arada sırada,
murdoch’ın alzheimer nedeniyle, aslında her seferinde çok farklı bir
hikaye yazıyor olduğunu düşünürüm… tamam, adiyim ama niyetim temiz.

DG> Her answer to such
DG> criticism was that her work searches for a certain form, a perfection
DG> almost (see Murdoch’s essay, published in 1964, “The Idea Of
DG> Perfection”). These three sections, Prehistory (that which came
DG> before) History (that which is in the past) and Postscript (that which
DG> came after) highlight the artifice of the writer’s art. We always look
DG> back upon our lives, structuring the past using our present values and
DG> goals. Some have said of history that it is told by the victors, and
DG> what this underlines is that any human story is selective in what it
DG> tells us. There is no whole truth, especially where human values are
DG> involved, but only vague intuitions as to where truth may lay. With
DG> history at least there is an agreement about certain events and how
DG> they occurred, but there is no absolute agreement on what these events
DG> may have meant. Given that in a novel, we have before us only what we
DG> read or are told, how are we to know which character to judge harshly.
(…) It has only just now occured to me that really I could write all
sorts of fantastic nonsense about my life in these memoirs and
everybody would believe it! Such is human credulity, the power of the
printed word, and of any well-known ‘name’ or ‘show business
personality’. Even if readers claim that they ‘take it all with a
grain of salt’, they do not really.

the sea++(p76)

DG> The last section makes this very clear, in the postscript we are given
DG> totally different accounts of what happened by each character in the
DG> novel.
bp’deki gibi olacak demek..
DG> Each character has a different perception, depending on how
DG> they formed their judgment and the influences that were brought to
DG> bear upon it. What is brought to our attention by the use of these 3
DG> terms is that this is a story, and that each character can only judge
DG> events from their perspective, and that such personal judgments must
DG> always be clouded by an individual’s values, emotions and goals. In
DG> the world of inter-subjectivity, there is no absolute truth that can
DG> exist independently outside of events, but only a vague understanding
DG> of what the truth may be. The only way we can come to any
DG> understanding of the situation is by attempting to see beyond the Cave
DG> of our selfish desires, motivations and prejudices. When we attempt to
DG> see beyond ourselves, and our self-centered perceptions, then we
DG> stand in the light of truth. Iris Murdoch’s novels show us just how
bunu murdoch sartre: romantic rationalist’te oldukça detaylı
belirtiyordu…
DG> difficult and rare it is for us to perceive justly and truly.
DG> For Plato, and for Murdoch, truth is a process, whereby we approach
DG> the Good; a process of breaking away from the shadows reflected on the
DG> wall of the cave. Murdoch makes it clear that most of us are lost in
DG> darkness. The darkness of fantasy and narcissism. Truth is a process
DG> of sending energy outwards away from the self and its fantasies,
DG> towards another in mutual recognition. This is love. In Murdoch many
DG> of her characters fall in love, this is because Murdoch has stated
DG> that the closest most of us every get to actually seeing another
DG> for-themselves, and not what we want them to be, is when we fall in
DG> love. Many of Mrdoch’s characters are most deceived when they believe
DG> themselves to be in love with another. What love, highlights, however,
bu saptama harbi çok iyi.
DG> is this movement of psychic energy away from the self outwards towards
DG> another. Very few of Murdock’s characters ever come close to seeing
DG> the truth of their situation.
DG> As this email is getting a bit too long, I shall leave my discussion
DG> of the myths and metaphors in Murdoch’s novels to another time. These
DG> metaphors are, however, crucial to a full understanding of her work.

DG> John Najjar

DG> —-

DG> [1] Hediyesi…

DG> Words like violence
DG> Break the silence
DG> Come crashing in
DG> Into my little world
DG> Painful to me
DG> Pierce right through me
DG> Can’t you understand
DG> Oh my little girl

DG> All I ever wanted
DG> All I ever needed
DG> Is here in my arms
DG> Words are very
DG> Unnecessary
DG> They can only do harm

DG> Vows are spoken
DG> To be broken
DG> Feelings are intense
DG> Words are trivial
DG> Pleasures remain
DG> So does the pain
DG> Words are meaningless
DG> And forgettable

DG> All I ever wanted
DG> All I ever needed
DG> Is here in my arms
DG> Words are very
DG> Unnecessary
DG> They can only do harm…

DG> Enjoy the silence
and i thank you for bringing me here, for showing me home…

beni murdoch’la tanıştırdığın için çok teşekkür ederim doğan.. bugün
thesea^2’yi okurken aklıma, senin de aynı kitaptan okumuş olduğun
geldi, gururlandım…

sevgilers,
mre s.

… johNny b. gOOdE, dOruk be bad!

===8-===========End of original message text===========


Best regards,
Emre mailto:etasci@hitnet.bbs.tr

… GUzeL BIR KadInI tum sanAtlara TeRcIh edeRIm – MaupassAnt

——————————————————————————-
Origin : HiTNeT E-Posta Listeleri – http://www.hitnet.bbs.tr

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=

Bir vecize bir terim bir kişi bir yorum bir sonuç

(ya bu blogla çok alakasız ama neyse)

Vecize:

“Senden daha güçsüzsem, özgürlük isterim çünkü bu senin prensiplerine göredir; senden daha güçlü olduğumda ise senin özgürlüğünü elinden alırım çünkü bu da benim prensibime göredir.” – Louis Veuillot (Benim çevirmeye çalıştığım hali: “When I’m weaker than you, I ask for freedom because that is according to your principles; when I am stronger than you, I take away your freedom because that is according to my principles.” (Dune’un 3. kitabındaki alıntıdan alıntıladım))

Terim:

ad hominam : Bir düşünceye, o düşünceyle ilgili gerekçeleri değil de, o düşünceyi öneren ya da savunan kişinin karakteri veya inanışlarını öne sürerek karşı çıkmak. Örnek: “Bu adamın söylediği doğru olamaz çünkü hayatı yalan.”

Kişi:

Louis Veuillot : (1813 – 1883) Fransız gazeteci. Laiklere karşı papanın mutlak gücünü savundu. Nokta.

Yorum:

Bu vecizeye Dune’da rasgelince doğal olarak kitapla ilgili bir dinle özdeşleştirdim. Söyleyenin hayatını okuyunca da şaşırdım çünkü tam tersi tarafı savunduğunu tahmin ederdim (ben olsaydım).

Sonuç:
Fallibility. We’re all wrong in the long run..

Beklenen Liste

Zeki Müren.

2007 yılının… nınınının

Kitabı: No One Belongs Here More Than You / Miranda July
Kitap Karakteri: Maureen Watson (Notes For A Case History / DL), Trurl & Klapaucius (Cyberiad / SL)
Twisti: Gelecekbilim Kongresi (Stanislaw Lem)
Filmi: Paris Je T’aime / Onlar bunlar
Dizisi: Psych
Dizi KarakteriGus (Psych)
Grubu: Yeah Yeah Yeahs
Klibi: Bob Sinclair – Together
Blogger’ı: Stephen Fry
(Yeni) Arkadaşı: S. Çağlar Onur
Arkadaşı Yahu neredeyse hepiniz! Yani gerçekten de, insan uzakta olunca değil de, uzağa giderken anlıyor bir nebze de olsa daha da asıl değerinizi. Gerçekten.
Çifti: Damlanur & Gürer
Olayı: Hollanda’ya kabulüm ve alakalı sonrası..
Ödülü: Parlar Vakfı ODTÜ Yılın Tezi Ödülü
Tatlısı: Elma payı (Apple Pie değil de, Appelpunt aslında, zira burada ikisi farklı şeyler)
Meyvesi: Mango