Sözgelimi Brezilya’ya

 …her şey o kadar da kötü değil tabii ki. Mesela İngilizce’deki "to carry a torch (for somebody)" deyişi. "She’s still carrying a torch for you" – cümle içinde kullanımı. İncelikler.

– Ne diyor şimdi bu adam? dedi kız oğlana, köşeyi dönerken.
– İşte, dedi oğlan, işler o kadar da kötü sayılmazmış, incelikler filan varmış.
– Aptal şey, o kadarını biz de anladık, sinemaya gidelim mi? dedi kız.

o kısım benim hatırlayıp da uyarladığım şekliydi, normalinde meğerse sinemadan dönüyorlarmış bunlar:


Hava kararıyordu. Köşeden bir genç kızla bir genç adam göründü kolkola. Delikanlı bir şeyler anlatıyordu, genç kız da başını sallıyordu. "Bana kalırsa film biraz karışıktı," dedi genç adam. "Bazı yerlerini anlamadım." "Canım," dedi kız, "Sonunda çocuk ölüyor işte." Aptal," dedi delikanlı, "O kadarını biz de anladık."

[OA,TO,Son.]

Odama iki fotoğraf koydum, ikisinde de sigara içen hanımlar var ama bilinçaltımdan gayri, tesadüfi(dir herhalde). Bir tanesi tabii ki Nuria’nın fotoğrafı idi, diğeri de iki ay kadar evvel keşfettiğim (kucağında köpek taşıyan adam fotoğrafıyla ki bir ara mutlaka GüzelOnlu‘ya göstermeli) Joel Meyerowitz’in Times Square, 1962’si.

Joel Meyerowitz – Times Square, 1962

Günün oyunu: Eski Doğu Bloku Ülkeleri Trivia (tırıvırı)

Günün oyunu derken, aslında geçen ay aklımıza gelen bir şeydi, anlatayım efendim (bu arada ben iyiyim, yakında hal ve ahval + gidişat üzerine bir özet geçeceğimdir), neyse, diyordum ki:

Geçen ay Bengü’yle bir oyun oynayalım dedik, birer birer eski Doğu Bloku ülkelerini sayıp, haklarında ne biliyoruz diye ortaya dökelim dedik, işte tanıdığımız yönetmenler, yazarlar, filmler (politikacılar ve siyasi olaylar hariç, onları biliyoruz az buçuk). Şimdi paralelde Hande Hanım ile tweet üzerinden ne okuyoruz/ne okuyacağız muhabbeti yapıyoruz da, buraya da not düşeyim dedim. Planım bir süreliğine Amerikan/İngriş ve yandaş edebiyatına ara verip, Macaristan olsun, Polonya, Çek, o yörelerin kipatlarıyla ilgilenmek. Ama dönem olarak eski devrede geçen siyasi şeylerle değil de, çağdaş edebiyatı ile ilgileniyorum (yani benim çağdaşım max 15 yıl önceye kadar).

Bengü’yle oynadığımız oyun ne mi oldu o gün? Cehaletimizden utandık (hem de çok fena). Denemesi bedava, temiz bir A4 kağıt alın ("o yoksa kare şeklinde kesilmiş mukavva da olur"), bu ülkelerin adlarını yazın büyük harflerle ayrı bölgelere, altlarını çizdikten sonra da doldurmaya başlayın. Ne oldu? Olmuyormuş değil mi (Nadia Komanaci, Kieslowski, Otasanek, biz de biliyoruz onları).

Böyle de bir şey, öyle "Polonyalıları seviyorum, Çekler süperler, Macarların o karmakarışık dili (dilli salam 8P)" demekle olmuyormuş, ben bugün (o gün, şu gün, arkadaşım ateş) bunu gördüm…

Sanat Dünyamız

Hollanda’daki misafirliğimizin son günlerine doğru, Bengü ile Ece Türkiye’ye döndükten sonra, Rotterdam’daki Kunsthal’e Edward Hopper ve çağdaşıgiller gelmişti, Deniz ve Georgina’yla bir güzel gidip gezmiştik, kafa dağıtmıştık (canım arkadaşlarım benim!).

Şimdilerde, buradaki misafirliğimizin de yavaş yavaş sonuna geliyoruz ya [Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.*], nicedir niyet ettiğim güzel sanatlar müzesine yolumu düşürdüm geçen gün (Guggenheim’a tabii ki sıklıkla gitmişliğimiz var, o kadar da değiliz Müzeyyen). Fernando Botero’yu konuk ediyorlardı, ben sevmedim (şişman insanları severim halbuki ama bu arkadaşın çizimleri fazla karikatürize geldi / dedi ünlü resim eleştirmenimiz EST Bey).


Not aldığım resimlerine gelirsek:

İçlerinde herhalde en sevdiğim resmi olan, ananas, armut ve pastalı! natürmortu (2000)

Bu atli resmini de not almışım ama sonra niyesini hatırlayamadım.

Caballo de picador, 1992

Botero’nun "çok ciddi" konuları işlediği tabloları da var ama kontrast falan pek işlemiyor (beğenemedim işte bir türlü). Örnekler için: Ecce Homo, 1967; Abu Gharib, 2004; La Masacre 8:15pm

Bir döneminde de başyapıtların uyarlaması için çalışmış. Latif Demirci’nin vaktiyle böyle bir çalışması olmuştu, iyi niyetli, mizahı gözeten çalışmalardı onlar ("Çeviren Latif Demirci" adıyla yayınlamıştı – örnekleri internette arar iken bulduğu "sudaay" sitesindeki girişte görebilirisiniz). Picasso Velazquez’i, Hockney Claude’u, herkes herkesi "cover"layınca oluyor ama Botero yapınca olmamış.


Van Eyck – Arnolfini, 1434


You Know Who – Arnolfini, 2006 (1978?)


Shrek 1 – Lord Farquaad


Nuestra señora de Colombia, 1992

Uzunca bir süredir sürükleyip, bu pazar gününe yetiştirebildiğim bu girişi tatsız, asık suratlı, yüksek burunlu bitirmeyelim… Çok yerim olsa, Edward Hopper’ların yanına koyacağım şu bir resmi (Piknik) ile arkadaşlarını da koyalım, öyle müsade isteyelim bu girişlik… (Işıklar kararı, Ali Kırca stüdyonun dışına yürür, alttan yazılar geçmeye başlar, Barış Manço’nun sesi duyulur: bahçede hanımeli, sen ettin beni deli…)


El Picnic, 2001


El costurero, 2000


Los Músicos, 2006


kipat dünyası

Bugün amazon’un kindle’ından ilk kitabımı (kipatımı) aldım: Julian Barnes – The Sense of an Ending (ne hüzünlü bir başlık!). Barnes’a 2011’de Booker’ı kazandıran yapıtı, epey de inceymiş, biraz hayalkırıklığına uğramadım dersem yalan olur.

John Banville, 1989’da, "The Book of Evidence"la güçlü bir şekilde aday olduğu Booker’ı, Kazuo Ishiguro’nun "The Remains of the Day"ine ("Günden Kalanlar") kaptırmış. Ama 2005’te "The Sea" ile Booker’ı aldığında, bu sefer Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna karşı zafer kazanmış, bir dolu da laf söylemiş. 2005’te Booker için son listeye kalanlar arasında Julian Barnes’ın "Arhur & George"u da varmış, Hande "The Sense of an Ending"in "Arthur & George"dan daha iyi olduğunu söyledi. Neyse, işte geçen sene Booker’ı alınca ve bu türlü silsilelerden ortaklık kurunca ve "Flaubert’s Parrot" ("Flaubert’in Papağanı") bağlamında (ki o da 1984 yılında son listeye kalanlar arasındaymış)  geçen gün hafızadan andığımdan, bir sonraki kitap olarak seçtim, okumaya başladım, güzel gidiyor şimdilik, bir de o kadar kısa olmasaymış.

Niye yazıyordum bunları ki? Aslında aklımda "The Sea"den birkaç alıntı daha yapmak vardı, ama uzun göründüler şimdi gözüme… Yine de bir bakayım. (Banville’i çevirmenin haddime olmadığını anladığımdan, teşebbüs etmeyeceğim.)

"She was not, I am compelled to admit, the most hygenic of girls, and in general she gave off, more strongly as the day progressed, a flattish, fawnish odour, like that which comes out of, which used to come out of, empty biscuit tins in shops – do shops still sell loose biscuits from those big square tins? Her hands. Her eyes. Her bitten fingernails. All this I remember, intensely remember, yet it is all disparate, I cannot assemble it into a unity." (p. 139)

Bu aslında o kadar ilginç bir kesit değildi, daha çok geçen gün Hande’yle bu bisküvi kutularının muhabbetini yapıyorduk da, üstüne geldi. Ülker’in, kapağı camlı, kırmızı kutuları olurdu, oradan kese kağıdına doldururdu bakkallar.

"I do not want solicitude. I want anger, vituperation, violence. I am like a man with an agonising toothache who despite the pain takes a vindictive pleasure in prodding the point of his tongue again and again deep into the throbbing cavit. I imagine a fist flying out of nowhere and striking me full in the face, I almost feel the thud and hear the nose-bone breaking, even the thought of it affords me a grain of sad satisfaction." (pp.150-151)

Bunun da altını vaktiyle bir arkadaşın (Tyler değil de, öbürü) yazdığı bir şeye ("Halbuki sıkı bir yumruk yemek hayatımı nasıl da kökten değiştirebilirdi…") istinaden çizmişim (mentally), o halde bunu da geçelim.

156. ve 157. sayfalarda, şimdi içinde bulunduğu çocukluğundan bildiği bu evde, her şeyin hafızasına nasıl da ters düştüğünü anlatıyor, ilginç ama uzunca bir kesit, atlıyorum, yine de iki-üç satır:

"I found that the model of the house in my head, try as it would to accomodate itself to the original, kept coming up against a stubborn resistance. (…) I experienced a sense almost of panic as the real, the crassly complacent real, took hold of the things I thought I remembered and shook them into its own shape. Something precious was dissolving and pouring away between my fingers. Yet how easily, in the end, I let it go. The past, I mean the real past, matters less than we pretend."

Geliyoruz beni en vuran cümlelerden birine, sahife 185:

"Given the world that he created, it would be an impiety against God to believe in him."

Paradoksal gibi ama değil aslında tartınca. (Yoksa öyle mi?)

Bunun ardından, tumblr’da alıntıladığım kısım (s.215-218) ve sonlardan, kitabı spoil edebilecek bir başka bölüm var (s. 251-252). Bu referansları verdiğim kitabın baskısı: Picador, 2005 baskısı (ISBN: 0-330-43625-2 / 978-0-330-43625-0). Ne diyorduk, adım Mesut, soyadım Bahtiyar, bunca yıl beni böyle bildiniz, Mesut Bahtiyar’dan…


Bu blogları yazmadan evvel, çoktandır ses soluk çıkmayan (feed reader’ıma yeni bir şey gelmiyordu), ilk olarak diğer sitelerden bahsettiğim bir mesajın yorumlarından birinde bahsetmiş olduğum http://maya-imya-aglaya.tumblr.com/ sayfasına baktım, indirmiş meğer kepenkleri. Hayra yormak istedim, hayra yordum.

Sururi Teyze

UYARI: Norman Warne’ın hayatı ve dolayısı ile Miss Potter filmi hakkında "spoiler" içerir, beğenmeyen almasın.
(İmza: Sizi seven, sosyal sorumlu, sorunlu sazanya SururiDeyze)


Norman Daiziel Warne (resimde yeğeni Fred ile görülmekte), 1868 doğumlu, iyi kalpli bir insandır. Ağabeyleri ile birlikte Londra’da bir yayınevi işletirken, bu vesileyle çocuk kitapları yazarı Beatrix Potter ile tanışırlar, aşık olurlar. Birkaç dünyevi zorluğun üstesinden geldikten sonra evlenmeye karar verirler fakat kısa bir süre sonra, sevgili Norman, 1907’de, 37 yaşındayken lösemiden ölür, müzik biter. Geçen ay Bengü kütüphaneden bir kız filmi olduğu kapağından buram buram taşan Miss Potter filmi ile geldi, "ben sonra arkadaşlarımla da seyredebilirim, seyretmek zorunda hissettme kendini" filan dedi ama o gün lütufkârlığım üzerimde olmalı ki, birlikte seyretmeyi teklif ettim. Kız filmleri değişik bir olgu: gayet güzel, keyifli başlıyor, öyle de devam ediyor. Alışkanlıklarınızdan ötürü her dakika kötü bir şeyin olmasını, ya da şu herkese iyi davranan teyzenin/amcanın kilerinde hapis tuttuğu birileri olduğunun ortaya çıkmasını bekliyorsunuz, tık yok, olaylar gayet güzel, çok neşeli (as in "kakara kikiri") olmasa da hoş devam ediyor, küçük dedikodular, takılmalar…

 – ya intikamımız? İntikamımız ne olacak? (İtiraf et, Alev’i sen öldürdün. Ne zaman öldürdün, niçin öldürdün Alev’i?)

İşte sonra iyi kalpli oğlan ölüyor, film bitmiyor, hayat devam ediyor. İnsanlar yine aynı eskisi gibi iyi kalpli olmaya devam ediyorlar – ortada kötü adam yok ki, ortadan kaldırıp intikamını alasın, ya da vatan kurtarmıyorsun ki, özgürlük bayrağın göklerde dalgalanırken, geride kalanlar için gökyüzüne iki dakika daha fazladan gözün kısık anlamlı bakışlar atasın.

Sulugöz değilimdir (no, no, no), aslına bakarsanız, pek ağlamam. Aman aferin bana, Miss Potter’ı izlerken sonlarında salya sümük olmamak için on bin takla atan ben değildim sanki (şimdi bunu yazınca aklıma 2000’li yılların Eti Brownie reklamındaki o güzel kız geldi yahu – gittim baktım o dala, Zeynep Aktuğ imiş adı, o reklam serisinden de bir tek bunu bulabildim, ama benim kast ettiğim reklamda iki arkadaş acıklı bir şey mi izliyorlardı sanki ne). Neyse, ne diyorduk, işte yılbaşında Yasemin’den bir dolu kitap almış idim, onlardan biri de 

(Neyse, ne diyorduk? yukarıdaki kısmın üzerinden 2 saat geçti de…) … işte, onlardan biri de Mary Ann Shaffer ile Anne Barrows’ın (teyze – yeğen) yazdığı The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society idi. ve kız kitabı idi. Ne kadar güzel bir kitaptı. Bunda da kötü insan yok ama İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardında geçmekte olduğundan, e ben daha ne diyeyim. Kitap bir İngiliz yazarı merkezine alıyordu ve bir İngiliz yazardan beklenecek bütün o sarkazma da haiz idi. Benim aklıma bölük pörçük Lina Salamandre (aka H.E.) şiirleri geliyordu. Bir de kitabın yapısı, mektuplar serisi olarak kurulmuş – bu tarza örnek düşünürken, John Updike’ın S.‘sini hatırladım, kitabın sonunda yazar da Daddy Long Legs’i gösteriyor örnek olarak. Ek olarak Genç Werther’in Acıları ile az evvel Çocuk Kalbi‘ni düşündük ama ikisi de günce şeklinde imiş. Mektup yapısı hayli pratik bir anlatım şekli: hem sadece ilginç/etkin olaylara/gelişmelere odaklanmanızı sağlıyor, hem de akıcılıktan kaybetmeden okura çeşitli mola noktaları koyabiliyorsunuz (bu nedenledir ki hikaye kitapları romanlardan daha kolay okunagelir, ayrıca Bay Ahkâm’ı takdimimdir).

Yazarların İngiliz olduğundan emindim (yeğen Anne Barrows’un neredeyse on yıldır görmediğim Suzan’ı andırdığını düşündüğümü zaman aşımından yazamam tabii ki [bu parantez içi de Erdal Öz’ün Can Yayınları’nın sansürlenmiş kitaplarına dava tutanaklarını koyup, sansürü aşışı gibi oldu]). Sonra ah işte o Afterword… yok mu! Vaktiyle 10.5 Bölümde Dünya Tarihi‘ni okuyuşumun ardından Julian Barnes’ın bir kadın oluşuna emin oluşum gibi, bunda da yanılıp, akabinde şaşırdım (ayrıca "ay ne kadar güzel bir yere benziyor şu Guernsey, yazar orada uzun yıllar yaşamış olmalı, sanki ben de orada yaşıyormuşçasına loyloy" mitini de şangırt! diye kırıveriyor çok afedersiniz). Kitap güzel, Charles Lamb, Bronte’ler ve Jane Austen muhabbetleri de yapılıyor (ve Hande, bir arkadaşın kindle’ına hediye kitap gönderilebiliniyor mu, yoksa illaki herkes kendisi mi almak zorunda? ve anladın sen onu 😉 Yalnız, kitabın insanın içini açan bir kapağı (+iç kapağı) var, sanal olmayan bir kipatçıda bakmak tavsiye edilir.

Sonuç: kız kipatı, kız fülmü, ağlak Sururi (ama güzel ağlaklıklar bunlar, böhü böhü). Bu arada, yine olsa, yine seyreder, okurum, tavsiye de ederim (istismar etme, gel canımı ye).