Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve …

 Geçen hafta, perşembe günü itibarı ile, sevgili Hande (İspanyolca "H" harfleri okunmadığından ötürü belki de, ‘Ande’ olarak telaffuz edilir), benim coşkulu övgülerime dayanamayarak başlamış olduğu Steinbeck’in "The Winter of Our Discontent"ini bitirdi, ama sevmediğini bildirdi.

Kitabı okumakta iken sormakta olduğu sorularını, "bir bitir hele de, öyle konuşuruz" deyip geçiştiriyordum, ama nihayetinde kitap bitince, üstüne de sevmediğini ibraz edince, "e peki sen bunun neyini sevdin birader?" şeklinde ete kemiğe büründürülebilecek bir soruya cevap hazırlamanın gerekliliği kaçınılmaz oldu.

Bu kadar laf salatasına karşın sizi hala bu girişten soğutamadıysam, ne yapalım, başa gelen çekilir, siz istediniz. Şimdi (birazdan) tabii ki kipatın gerek konusuna, gerekse sağına ve sonuna dair pek çok değinmelerde bulunacağım, İspanyolcasıyla söyler isek "espoyler" edeceğim, ama kitabın spoiler’ı ne olur arkadaş, biraz entel olalım lütfen.

Kitabımızın kahramanı, Ethan adında, hayatında son derece memnun ("content"), iki çocuk babası, karısını seven bir bakkal (ben hep Frank Capra’nın It’s a Wonderful Life’ının Cary Grant’ı olarak canlandırageldim). Küçük bir deniz kasabasında doğup büyümüş, oranın en köklü ailelerine dayanıyor soyu. Ama işte ne olduysa savaş (2. Dünya Savaşı) sırasında, babası biraz mülayim bir adam olduğundan, biraz da kentin diğer zenginlerinin yanlış yönlendirmesiyle, bunlar elde avuçta ne varsa kaybetmişler, Ethan da bir zamanlar kendilerinin olan bir bakkalda memur durumuna düşmüş. Ama, dediğimiz gibi, hırsı olmayan bir adam ve halinden memnun, karısını seviyor ve şükretmesini biliyor.

Kitabın ilk kısmı gerek karısının masum, gerekse çocuklarının horgörür bir şekilde "biz niye zengin değiliz?" tiradlarının sonucu olarak, Ethan’ın çok da istemeye istemeye oyunlara (/dolaplara)  girmesini anlatıyor. Buna ek olarak karısının arkadaşı olan vamp bir hatunun cinsel kışkırtmaları da yan temayı oluşturuyor.

Bu blog vesilesiyle, sık sık olduğunu tahmin ettiğim bir frekansta dile getirdiğim üzere, "kötülük nedir bilmeyen iyilik" ile "kötülüğü bilip de iyiliği seçen iyilik" arasında benim için dağlar kadar fark var (ilki keklik, ikincisi marifet). Bu vesileyle Turan’ın vaktiyle verdiği hasta: Osman – bakıcılar: Ayşe/Haydar örneğini bir kez daha hatırlatırım. Ethan da, iyi kalpli olmasına karşın, çok afedersiniz, saftirik değil (‘saftrik’ için özür dilemeye gerek yok, ben de biliyorum, ama saftirik yerine ‘salak’ diyecektim de, o yüzden şeyettiydim…). Etrafında dönen şeylerin farkında, kimse (Marge hariç ki, şimdi boşverin Marge kimdir, filan, ama ilerleyen kısımlarda saygıyı tavana vurduruyor bu kedi-fare oyunuyla) onun farkında olmasa da. Zaten kitabın olayı da bu: Rambo 3’te miydi, Rambo köyde sakin, geçmişinden uzak yaşamaktadır, sonra … ha, yok, Troya’daydı ya, Aşil mutlu mesut yaşamaktadır, savaşmak istemez, sonra Akhalılar o diye bilmemkimius’u öldürürler (çünkü Aşil’in elbiselerini giymiştir o loyloy da.. pofff!), o da "yeminimi bozdum!" diye atlar ortaya, Hektor’cuğu parça pinçik yapar, ama Rambo örneği üzerinden gitmek daha uygun olacak sanırım. Şimdi Rambo olduğunuzu düşünün, geçmişinize sünger çekmişsiniz, kasabada bakkallık yapıyorsunuz. Sonra bir gün terbiyesiz birtakım insanlar geliyor, normalde bu adamların iki saniyede 40 kemiğini kırabilecek donanıma sahipsiniz, ama alttan alıyorsunuz, adamlar anlamıyor ama, başınızdan aşağıya bir kova dolusu mezbahadan aldıkları kanı boca ediyorlar siz mezuniyet gecesi kraliçesi seçildim diye hayatınızın ilk mutluluğunu yaşarken. E şimdi bunları kavurup yakıp yıkmayacaksınız da, kimi yakacaksınız (be birader)?

Ama yanlış işte. Tam da bu noktada iyilik için kötülük yapılamayacağı, "end justifies the means" ("edinilen sonuç, yolu mazur gösterir") yaklaşımının kesinlikle yanlış olduğunu tezimi, inancımı tekrar edeyim: Kötülerin iyilik yapmaları onları iyi yapmasa da, iyilerin kötülük yapması onları kötü yapar (AND kapısı). Rambo’ya, ya da Carrie’ye düşen, yapabileceklerini bile bile, onlara uymamak (hem sonra, yensen "çocuk yendin" diyecekler, yenilsen "çocuğa yenildin"). Bunu yapabilmiş biri çıkmış mı? Çıkmış galiba ama onu da Otostopçunun Galaksi Rehberi’nden öğrendiğimiz kadarıyla çarmıha germişler.

Ethan da netice itibarı ile bir süre sonra hayli bilinçli bir şekilde "madem öyle, işte böyle / hodri meydan / alem buysa kral benim!" diyerek, o da başlıyor komplocuklar kurmaya. Şimdi ona sorsak, demez ama, onun durumundaki pek çok insan (misal Leverage ve Hustle tayfası) "biz yasadışı iş yapıyoruz ama sadece kötülere musallat oluyoruz" der. Malesef, kazın ayağı öyle değil. En sevdiğimiz (ton balığı ile) doldurulmuş kaplanlardan olan Thomas Hobbes, Leviathan’da kati bir şekilde, topluma, sözleşmeye en büyük ihanetin, adaleti kendi eline alan insanlardan gelecek olduğunu belirtir (ya da bunca senenin ardından ben yanlış hatırlıyorum — bir daha da hayatta okutamazsınız o kipatı (tulğayı)  bana!).Winter of our discontent’in bendeki baskısının başında pek fazla boş vakti olduğuna inandığım bir teyze (Susan Shillinglaw) tarafından hazırlanan, epeyce de oylumlu (hacimli) bir girizgah var. Kitabı ikinci okuyuşum Prag Havaalanı’nda uçağımı beklerken bittiğinden ötürü, mecburen o kısmı da okumak durumunda kaldıydım, orada bir noktada, çağımızın yeni değerine dair ("çağımızın yeni düzenine" değil de, "değerine" ayrımını yaptığıma dikkat ediniz) şöyle bir saptamada bulunuluyor:

For Steinbeck it was a shabby little episode that reflected "symptoms of a general immorality which pervades every level of our national life and perhaps the life of the whole world. It is very hard to raise boys to love and respect virtue and learning when the tools of success are chicanery, treachery, self-interest, laziness and cynicism or when charity is deductible, the courts venal, the highest public official placid, vain, slothful and illiterate." It would seem, however, that Steinbeck’s outrage was not shared by a majority of fellow Americans. Although Van Doren was fired both from NBC and from his position as lecturer at Columbia University, others refused to denounce his actions. At the end of 1959, Look magazine surveyed Americans’ values, and the editor concluded that "a new American code of ethics seems to be evolving. Its terms are seldom stated in so many words, but it adds up to this: Whatever you do is all right if it’s legal or if you disapprove of the law. It’s all right if it doesn’t hurt anybody. And it’s all right if it’s part of accepted business practice." This is a survey that Steinbeck may well have read.

 Pek fazla vaktim ve isteğim olmadığı için, üstünkörü çevireceğim, kusura bakmazsanız:

Steinbeck’e göre, "ulusal yaşamımızın ve bir ihtimal dünyadaki yaşamın her katmanına sinen genel bir ahlaksızlığın belirtileri"ni gösterir sefil bir dönemdi. "Başarının anahtarının şike, ihanet, kişisel çıkar, tembellik ve şüphecilik olduğu, yahut hayır işlerinin vergiden düşülebilir, mahkemelerin rüşvetçi, en yüksekteki devlet memurlarının umursamaz, kibirli, uyuşuk ve cahil olduğu bir ortamda insanın çocuklarına erdem ve öğrenme saygı ve sevgisini aşılaması çok zor." Lakin, görünüşte, Steinbeck’in bu öfkesi, Amerikalı vatandaşlarının büyük bir kısmınca paylaşılmamaktaydı. Van Doren’in hem NBC, hem de Columbia Üniversitesi’ndeki hocalık vazifesinden kovulmuş olmasına rağmen, diğerleri onun eylemlerini kınamıyordu. 1959 yılının sonunda, Look dergisi Amerikalıların ahlak değerleri üzerine bir anket gerçekleştirdi ve, derginin editörü, "yeni bir Amerikan ahlak prensibinin gelişmekte olduğunu, nadiren kelimelere dökülse de, aşağı yukarı şöyle özetlenebileceği" sonucuna vardı: "Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur." Bu, Steinbeck’in okumuş olabileceği bir anketti.

Van Doren, bizzat Lord Voldemort’un burun takıp canlandırdığı, Robert Redford’ın yönettiği, Big Lebowski’nin Jesus’ı ve Barton Fink’in Barton’u ve Fink’i olan John Turturro’nun ve Northern Exposure’ın Fleischman’i Rob Morrow’ın da yan rollerde göründüğü Quiz Show filmine konu olan, televizyondaki danışıklı döğüş bir yarışma programının skandalının baş ismidir. Film de güzeldir, spoil de etmedim izlemek istersiniz diye, daha ne yapayım.. 8)

Halbuki bize ne kadar normal geliyor, sevmediğimiz hükümete vergi vermemek, insanları polis yerine "ağabeylere" şikayet etmek, güçlünün haklı olması, adaletin, pofffidi, durdum burada, balale din ve devlet işlerinden, ben burada edebiyattan bahsediyordum, geçelim bunları…

Ahkam: Hiçbir (canlı?) sistem evrim geçirmeden, adapte olmadan, değişmeden varlığını sürdüremez. Bir zamanlar bir kavim varmış, kimseye zararları yokmuş; iyilik, barış ve bilgelik içinde yaşayıp giderlermiş. Bir gün buraya istilacı bir başka kavim gelmiş, sayıca çok daha azlarmış ama çok vahşilermiş. Barışçıl kavime, "ya bize katılın, ya sizi yok edelim" demişler, barışçı kavim onlara katılmayacaklarını söyleyince de kadın, erkek, çoluk, çocuk hepsini kılıçtan geçirmiş, barışçı kavimden geriye hiçbir iz bırakmamışlar. 

Ya da şöyle bir hikaye anlatabilirdim: vahşiler barışçı kavmi yemeye başlamışlar, yedikleri her bir birey yiyeni kendisine çevirmiş, barışçı kavim yok olmamış, bilakis kendisine saldıranı asimile etmiş (resistence is futile), kör göze parmak bu sembolizmde, işte iyiliğin eninde sonunda uzun vadede kötüye baskın geleceği, vs… Ama istatistiklere bakıldığında, neyin ne olduğu ortada.

Bir de, az önce seyretmekte olduğumuz bir filmden (Štěstí – bu Çek filmi, İngilizce’ye "Something like happiness" adıyla geçmiş) esinle, diyelim ki çocuğunuzla aynı sınıfa giden bir başka çocuğun hipi anne-babası var, siz de çocuğa acıyorsunuz, "ah zavallı yavrucak, normal bir yaşam nedir bilemeyecek!" diye, halbuki acınması gereken kişi sizsiniz. Hipiliğin çok matah bir şey olmasından ötürü de değil üstelik: onlar kendilerinde acınacak bir şey bulmuyorlar, size göre saflar, siz kendinizi bırakıp onlara acırken, onlar ne kendilerine ne de size acıyorlar (pity). Ethan da tam bu noktada, başkalarının dünyasında var olabilmek adına, rotasından sapıyor. Demiştik ya, "ama sadece kötülere kötülük yapıyor..", isterseniz bu cılız savunmaya ek olarak "ayrıca eğer eyleme geçmese, bir süre sonra bu adamların yaptığı hinliklerin ucu ona ve ailesine dokunacak, meşru müdafa söz konusu..", demeyin öyle, öyle bir şey aslında yok. Yani "asla asla asla taviz vermeyin!" demiyorum ama "şantajcıya nereye kadar ödeme yapacaksınız?" demek isterim yine de. Diyelim ki Chuck Norris’in eşi ve çocuklarını rehin almışlar, diyorlar ki "şunu şunu yapmazsan onları bir daha göremezsin…" Chuck yapmalı mı bu durumda kötülerin istediğini? Cevabı biliyorsunuz, asla yapmaz, gider kötüleri doğduklarına pişman eder. Ama şimdi de derseniz ki "ama o Chuck Norris, biz asla onun gibi olamayız.." haklısınız, demesi, yazması kolay. O yüzden biz tavizsiz olamasak bile, bilgisayar kodlarımızı, robotlarımızı tavizsiz olmaya programlamalıyız. Biri size bir şey yapmanızı söyleyip, aksi takdirde kötü bir şey yapmakla tehdit ediyorsa, o kötü şey sizin yüzünüzden/tarafınızdan değil, o kötü kişi tarafından yapılmaktadır (gelin de bunu Peter Parker’a, ya da ben de dahil olmak üzere herhangi bir kimseye anlatın, olmuyor ne yazık ki).

 


Czukay, Lıebezeit var ama Wobble yok Can’de ("Ken" okunuyor mecburen)

——– 24 Şubat 2012, fantoma adaları, kaplanın seyir defteri —————
Ey sevgili kâri, 5 gün sonra tekrar merhaba (merhaba), çoktan unuttum yukarıda yazdıklarımı ama aklımda yazmayı planladığım şu şeyler vardı, onları detaya inmeden (acele ediyorum zira tavuklara yem vermem lazım) işte öylece başlık olarak sıralayacağım, ben bile bazılarının alakasını kuramasam da, sen aslansın, kaplansın.

  • Büyümek ve amatör ruhu kaybetmek hakikaten kötü bir şey. Epigraf şimdi twitter gibi mesela gelişse, büyüse patlasa hiç hoşuma gitmez. (mesela bununla alaka kuramıyorum, ama bir yandan da bu girişle ilintili olduğunu hatırlıyorum/biliyorum).
  • Çiçekler dölleme olayına girişmek için böcekleri kendilerine çekmek zorundadırlar ve işte bu yüzden alacalı renklerde ya da güzel kokulardadırlar. Böyle olmayan çiçekler de varmış ama ölmüş gitmişler. Pandalar gibi. (bizim akademik hayatta "publish or perish!" daimi tehdidi vardır, pandalara da söylemek lazım).
  • Kızılderililerden geriye kalanlar atalarını özlüyorlar, yüceltiyorlar; işgalciye kızıyorlar. Bunları İngilizce yapıyorlar. Galibin diliyle düşünüyorlar artık. Bundan korkunç ne olabilir? (Retorik soru değildi, bakınız cevap veriyorum: Zaman makinesine atlayıp/atılıp atalarının yaşadığı zamanlara, ortamlara bırakılmak). "Un-knowing" ("bilinen bir şeyi bilmeme konumuna dönmek") diye bir şey var ("un-invite"dan türemiş olsa gerek 8P), yani asıl olarak "un-knowing diye bir şeyin olmadığı" diye bir şey var. Geçmiş bize hakikaten çok uzak. Zaman makinesi yapılsa ama sadece televizyon gibi etkileşimsiz, izlenebilir bir şey olsa, kimse kimsenin yüzüne bakamaz kaldı ki insan insana.
  • Lale Müldür’ün dediği gibi: CEBRAİL – TURUNCU ELÇİ / KURTAR BİZİ!
  • En kötüsü (en kötü şeylerden biri) Sunumun ve imajın, içerik ve anlamdan artık baskın oluşu. Çok fena. Şu slow food dalgası var ya, şimdi slow science akımı başladı, o sanırım daha da fena… Ya, kendisini bir şeyin tersi diye lanse eden (bu terimin kaynağı nedir acep?) herhangi bir şeyden hayır gelmesi mümkün mü? (Düşündüm, punk var başarılı bir örnek olarak ama o da anlam itibarı ile zaten ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi olduğundan, yalnızlığım benim, bugünüm, yarınım, sen benim… Zuhal Olcay, Modern Family’nin Claire’ine benzemiyor mu? Benziyor. –Bakın, bu da retorik değildi.). Ayrıca, "en kötüsü ölüm diyenler, bir de bamya sevmeyenler.." 8) (benim gibi susan somurtag bir insanın, her e-mail’inin hemen her paragrafını bu gözlüklü gülen smiley ile bitirdiğine inanır mısınız? Ben de inanmıyordum başlarda ama elimde kanıtlar var.)
  • (Bu) Dünyadan ne kadar hoşnutsuz olursak olalım, sonuçta onun bir parçasıyım ve daha beteri ("utanç verici olanı" anlamında) bizler eğilip bükülmüş olanlarız (hayattayız, yaşıyoruz ya şeker/şeri!), hem eğilip bükülmüşüz hem de vırvır konuşuyoruz daha hala! Yok güzel kardeşim, öyle olmuyor.
  • Yazı ile hayat ayrı şeylerdir, evinizde denemeyiniz.

ÇR ya da until then…

Grant Morrison‘ı pek sevmem, Garth Ennis‘in de "Preacher"ını vaktiyle okuyup sevmiştim (ilki İskoç, diğeri İrlandalı bu arada). Ben aslına bakarsanız, öyle iyinin iyi, kötünün de kötü olduğu hiçbir şeyi sevmem. Sandman gibi, Hellblazer gibi şeyleri severim. Alan Moore’a saygı duyar, Frank Miller’ı son birkaç aydır sevmem (mesela).

Neyse. Listeleri hazırlamakla meşgulken, artık nereden depreştiysem, çizgi roman piyasasına bir göz atayım dedim, Garth Ennis’in The Boys‘unu buldum (hatta ilk olarak Butcher, Baker, Candlestick Maker yan serisini). Konu ilginç geldi, başladım, 6. fasikülde bıraktım. Açtım gene Hellblazer’ları, 4-5 sene evvel kaldığım yerden devam etmeye başladım (Garth Ennis demirbaşlardan olsa da, asıl adam Jamie Delano – bir de çizerleri Sandman’inkilerle kesişir, güzel olur benzer tat, duygular, dünya babında). John Constantine: sevmemek mümkün değil, sevmek başa bela.

Hemen bunu da yetiştireyim istedim. Listeler bitsin, uzun uzun yazışırız elbet.


Yılın Listesi: Filmler

 Ece Hanım ve İspanyolca dublajın standart olmasından bir de pause özelliğinin olmamasından ve daha bir sürü ufak tefek sebeplerden ötürü, nicedir "şu film güzele benziyor, sinemaya gideyim de izleyeyim" demişliğim yok. Ama ben bile buradan, bu oturur halimle biliyorum/duydum ki bu yıl oğlanlarda Michael Fassbender’in (Rainer Werner Fassbinder ile tabii ki bir alakası olamazdı ama yine de gittim, teyit ettim), kızlarda ise Emily Blunt’ın (Türkçe’si ile söylersek: Demet Evgar) yılı olmuş durumda, artık bu sene bizim buralara (DVD filan) da gelirler, misafirimiz olurlar. Biz o yüzden bırakalım şimdi bugünü, geçmişe bakalım… 

Geçen senenin listesini 21 Ocak’ta hazırlamışız, o günden bugüne izlediğimiz filmlerin çetelesine bakıyorum şimdi:

  • Temple Grandin (Film güzeldi ama ben daha hala güzel bir kızın (Claire Danes) oyunculuk yeteneğini ortaya çıkarması için neden ille de çirkin/çekici olmayan bir tiplemede görülmesi gerektiğini… adaletin bu mu dünya… netekim. (hımmm))
  • El misma amor, la misma lluvia (Ricardo Darin, Soledad Villamil var, konu sabun köpüğü bile olsa, El secreto de sus ojos’un üzerine ağırca yenen bir yemeğin ardından gelen kahve gibi gidiyor!)
  • Greenberg (Noah Baumbach ikidir ucundan dönüyor, bir gün patlatacak ve depresif yanı ağır basan bir Wes Anderson olacak, o güne değer! Ayrıca, bu film sayesinde Greta Gerwig’i gördük, tanıdık, hastası olduk, sevdik, siz de seviniz (Şeker Ahmet Paşa’nın resimlerini / Eski hececilerin şiirlerini bir de / Ben çok seviyorum siz de seviniz)
  • Mary and Max (son 10/20 dakikaya kadar oflayıp poflayarak seyrettim sonra bir anda ne kadar güzel bir şey olduğunu fark ettim – son 10/20 dakikanın güzelliğinden değil, filmin güzel oluşundan. O yüzdendir ki, hep bu hakkını yemişlik duygusuyla anarım kendisini (çok sık olmasa da, işte arada bir))
  • Frygtelig lykkelig (Terribly Happy) (Bu Danimarka filmine 3.5 yıldız vermişim (5 üzerinden ki benim notlamama göre hayli yüksek bir not bu), öyle süper düper bir film değildi halbuki, lakin Edgar Wright’ın Hot Fuzz’ı ve özellikle de Danny Boon’un Bienvenue chez les Ch’tis’i ile birlikte güzide bir üçlemenin ortasında yerini alabilir)
  • Synecdoche, New York (Ah Kaufman, yaktın beni. Otur 5 pekiyi, yıldızlı. Puroyu -en son- Prag’da bırakmış idim (2 ay oldu olacak, geçtik bile mi yoksa?), filmin adını bile yazmak içimdeki puro özlemini harladı)
  • The Illusionist; The Prestige; The Great Buck Howard (bir hafta içerisinde seyrettiğimiz bu üç hokkabaz filminden bir tek The Illusionist’i alalım, diğerleri sizin olsun)
  • Bottle Rocket (işte Wes Anderson potansiyeli böyle bir şeymiş demek ki – ikinci filmde Rushmore geldi ve daha ne olsun?)
  • Soul Kitchen
  • Cloverfield (4 yıldız vermişim! ama teknik, kurgu filan hak ediyordu)
  • London River
  • Inception

Yılın kekliği: Kendim. Sebep? El mismo amor, la mismo lluvia‘yı yazdıktan sonra, El secreto en sus ojos‘a bakarken listede, geri dönmeyi unutmuşum, o yüzden geçen senenin filmlerine girmişim, şimdi uyandım. Kaldığımız yerden devam ediyoruz sayın seyirciler, okuyucunuzun/tarayıcınızın ayarı ile oynamayınız reca ederim…

  • Zero Effect – 2000 senesinde, Ankara’da, Öveçler’de iken bu filmin DVD’sini Betül’den almış idim, daha o zamanlar Psych, Monk yoktu hiç öyle obsesif kompulsif, süper dikkatli dedektif tiplemesi. Bill Pulman Independence Day adlı berbat filmde gayet kötü bir biçimde Amerika Başkanı’nı da oynamamıştı henüz (baktım şimdi wiki’den, Independence Day, Zero Effect’ten iki sene önce imiş. balele-sorduk mu?)
  • Social Network – Müzikleri. Ah o müzikleri yok mu. Trent Reznor olduğunu bilmeden, isimler yazarken takıldım müziklere, tam "yahu bu ne güzel bir şeydir böyle!" diyorken Reznor/Ross yazdı, hemmm dedim. Geçen gün de Avengers’ın fragmanını seyrediyordum, orada da güzel müzikler çalıyor, Trent Reznor demiştim, bir saniye, hemen bakayım… Baktım, Alan Silvestri diye biri imiş, bozum oldum tabii, "e bir daha dinleyeyim, bakayım neresini benzetmişim anlayayım" dedim, "avengers trailer music" yazdım, "We’re in this together / NIN" dedi, keh keh diye güldüm kendi kendime keyiften ve iki sebepten (biri çok açık, diğeri, sinir olmuştum Trent’ciğim Sosyal Network ile havalara girdi, piyasa oldu, önüne gelen filme soundtrack yapıyor diye (The Girl With the Dragon Tatoo’nun trailer’ı süper bu arada, geçen gün kadim dostum Georgina ile bu konuda fikir teattüsünde bulunuyorduk, orada üzerinde anlaştığımız üzere, LedZep coverlamak her babayiğidin harcı değil, bir de o cırlayan Yeahx3s’in Karen O’su imiş, o da pek yakışmış Trent’in dehasında – misal Where the Wild Things’in soundtrack’i ne kadar berrrrbat, kulak cırmalayacı idi beri yanda)). Sonuçta öyle anlayacağınız, Trent Reznor lütfen sadece benim sevdiğim/seveceğim filmlere müzik yapsın, avengers’a filan şarkı verebilir, umrumda değil, ama yalanım yok, kıskancım, birazcık da huysuzum enter seda sayan.
  •  Buried (2010 da Ryan Reynolds’ın yılı oldu herhalde. Kaç filmde oynadı bu arkadaş yahu? Taa Two Guys & a Girl yıllarından beri bir türlü ısınamamışlığım vardır, BOSS reklamlarından da haz etmedim, Scarlet Johanson olaylarından da) Film, kurgu açısından inanılmazdı bu arada, takdir.
  • I Love You Philip Morris – Müthiş bir filmdi, Jim Carrey ve Ewan McGregor’ı Jim Carrey ve Ewan McGregor olarak değil de, iki iyi (süper) oyuncu olarak görebileceğiniz bir filmdi (gerçi Ewan McGregor her filminde bambaşka yine yeniden birini oynuyor ya!). Üstelik, bu da Temple Grandin gibi, hatta ondan daha da katmerli bir şekilde, gerçek olaylardan çekilmiş bir film (…dan yola çıkarak değil, bilakis …dan çekilmiş). Yılın filmi olabilir, listeye devam edelim bakalım…
  • Volver – Niyeyse Almodovar’a ara vermiştik Habla con Ella’dan sonra. Volver ("Bolber" olarak okunur) ilaç gibi geldi. Penelope Cruz normal/sosyetik rollerde ne kadar rahatsız edici / batıcı ise, komşu kızı / delimanyak tiplemelerinde o kadar müthiş oluyor. Volver, konu da, renkler de çok güzeldi.
  • Die Fälscher (Counterfeiters) – Toplama kampında geçen komedi olur mu? Olmaz (La Vida es bella diyeceksiniz, o çok istisna diyeceğim). Buradaki aktif anarşist amcanın Inglorious Basterds’ın Gestapo komutanı olarak hatırlamak ilginç oldu.
  • Source Code – Moon’dan sonra, Moon’dan başka, gene güzel gene referansı bol, yine de yeni bir şeylerle. Duncan Jones, sen bu yolda devam et. Michelle Monaghan’ı Boston Public’ten severdik (Kiss Kiss Bang Bang’i de severiz — o film kült statüsüne girmedi mi acep hala?), Vera Farmiga ayrı bir hikaye zaten (Up in the Air’de Alex olarak geldi gönlümüzün mütevazi bir köşesine indiydi zaten vaktiyle).
  • Win Win – Denizden Thomas McCarthy çıksa izlerim zaten. Bunda da Up in the Air’den (ve 2 and a half men’den) Melanie Lynskey vardı az da olsa.
  • The Perfect Host – Eş dost toplantısı, partiler, bir araya gelmeler için ideal bir film. Ben afişine ve tabii ki David Hyde Pierce’ine vurulmuştum. Sonu biraz löylöy olsa da, tiyatro canım, ne beklersiniz (tiyatro uyarlaması değilmiş bu arada).
  • Flypaper – Patrick Dempsey ve o haliyle bile (yani Holywood standartlarına göre çok yaşlı) alımlı ve takmayan Ashley Judd. "Eğlenceli bir seyirlik" idi.
  • Midnight in Paris – Woody’den beklediğim gibi bir filmdi, her şeyiyle yerli yerinde, güzeldi.
  • Le Petit Nicolas (Pıtırcık) – Bu sene (2011) birbiri ardına Pıtırcıkları devirdik Ece’yle, filmi de üstüne ilaç gibi geldi. Biz Ece’den daha çok güldük ama söz konusu Pıtırcık olunca, bu da doğal, değil mi?
  • Beginners – Fragmanını görüp ilgilenmiştim, fakat sonra konusunu okuyunca pek bir plastik, internet blog şeysi gibi gelmiş idi. Sonra fragmanını bir kez de Bengü’yle birlikte izledik, işte bir gün seyredecek bir şey bulamayınca, haydi dedik, hem Ewan McGregor da, Melanie Laurent de var. Beğendik, güzel film. "Beginners" bu arada Raymond Carver’ın ilk kitabına da adını veren "What We Talk About When We Talk About Love" hikayesinin (ve kitabın) ilk adı (sonra editör değiştirtiyor – elimde kitabın iki versiyonu da var, editörün manyaklığına şaşıp/sinir olup, bir yandan da hakikaten iyi iş çıkardığı için gizliden gizliye takdir ediyorsunuz). Bunun yönetmeni (Mike Mills) bir de Up in the Air’in yazarının (Walter Kirn) kitabından uyarladığı bir başka filmi var (Thumbsucker), onu da izleriz artık bir ara.
  • Bienvenue chez les Ch’tis – Micmacs’te hiçbir şey ifade etmeyen Danny Boon’un bizi kırıp geçirdiği Fransız komedi filmi. Biz çok çok güldük, size güleceğiniz garantisi vermiyoruz. Filmi Efe’den duymuştuk, o bayağı bir giriş yapmıştı, beklentimiz filan da yüksekti, ona rağmen çok beğendik. Fransızca bilmiyorken bu kadar eğlendim (eğlendik yazabilirdim ama bakınız yazmadım, niye yazayım, Bengü Fransızca bilir a! ;), bir de Fransızca bilsem ne olurdu kim bilir! Bunun Bask-Endülüs versiyonunu çekelim (Türkiye versiyonunun dram olacağı yönünde ciddi şüphelerim var).

Demek ki neymiş arkadaşlar, bu yılın (2011) filmi, 2009 tarihli I Love You Phillip Morris imiş (roll the drums / ya da Chumbawamba – Scapegoat’ın girişini çalınız)

Hüsran listesi: 
Micmacs
Bakjwi (Thirst)

Vicky Cristina Barcelona – Woody’den beklemediğim gibi bir filmdi, bana ters geldi. Ayrıca Rebecca Hall’u yakında Everything Must Go’da görebilirsiniz (ben görmeyeceğim çünkü Carver’a olan sevgimden, filme gıcık oldum jeneriğini görüp de).

Neslihan ile Brian’ın yılın favori filmlerini yazacaktım ama lil’ sis yazsın dedim, hem yorumunu görürüm, hem de belki Pirates of the Carribean 3’ün de sıraladığı filmlerden biri olduğunun kamuca bilinmesini istemez.. 8)  (biz mesela daha seyredemedik onu ama planlar arasında var – benzer şekilde Paul’ü de Black Swan’ı da hala görmedik, hatta Paul ne ben bilmiyorum : insan isimli filmlerden Hugo ile Pina’yı bekliyorum ama mesela). Briantje ile de The Illusionist’le kesişmişiz.

Bunlar da kısa kısa…lar olsun bakalım:

  • Bir süredir Werner Herzog’un "The Cave of Forgotten Dreams"ini izlemeye çalışıyoruz ama hakikaten çok çaba sarf etmek gerekiyor.
  • Çarpık Kadraj geç keşfettiğim ama hakikaten çok sağlam bir sinema/tv blogu oldu.
  • Bir Zamanlar Anadolu’da’yı herhalde çok zor izlerim ama geçen gün de AV Club’dan çok iyi eleştiriler aldı. Biz daha hala bal ve süt bulup da izleyeceğiz.

Bu sene izlemek için not aldığım diğer filmler:

  • The Future – Miranda July
  • The Good Heart – Dagur Kári
  • Los Lunes al Sol
  • Inside Job
  • Moneyball
  • 50/50
  • The Descendants
  • A Seperation
  • Tinker Tailor Soldier Spy
  • Pina
  • In Time
  • The Secret World of Arrietty

iyi seyirler, patlamış mısırlar.

Yılın Listesi: Kipatlar!

Kaç zamandır hesapta yılın listelerini hazırlayacağım, istiyorum, istekliyim, azimliyim, doğruyum ve çalışkanım… gel gör ki, Godot geldi, listeler gelmedi. Ben de bugün Hande’ye mail’de ve Nergis’e doğrudan çıtlattığım üzere "Kipatlardan başlayayım, kipat listesi ne de olsa en kolay hazırlanası şey!" dedim.

 

İşte az evvel de oturdum, bir bakayım dedim, en son ne zaman yılın listesi: Kipatlar’ı yayınlamışım da, oradan itibaren alıverecektim ele okunmuş listemdeki kipatları. Al sana Karakan al sana! 14 Mart 2010! E höh ama yani Sururi Bey kardeşim, akşam akşam iş çıkardın. Hemen yazayım, seçeyim de yatayım bir zahmet. Hem haftasonu Georgina gelecek (inşallah), o zaman da vaktim olmaz pek. Buyrun o halde, haylaytlar ve haylayflar.

 

C.S. Lewis / A Grief Observed: Güzel kitaptı. Hesapta bu Belçika ziyaretimizde Barış’a götürecektim, unuttum kabak gibi. Bugün Bengü başlamış, beğenmiş, beğenilmeyecek gibi değil (sonundaki teslimiyet biraz karizmayı çizdirse de).

 

John Steinbeck / The Winter of our Discontent: Beni yerden yere vuran bir kitap oldu. Daha geçen ay mıydı neydi, ikinciye okudum (ilk okuyuşumda 3.5, ikincisinde ise helalinden 4.0 yıldız vermişim). Bu kitabın The Chameleons filan babında zaten çok hikayesi vardır bende.

 

Ian M. Banks / The Feersum Endjinn – Surface Detail – The Algebraist: Surface Detail, Matter’dan (çok) daha iyi olsa da, sonuçta (boş) bir defterin kapağına Ian M. Banks yazsam o bile Matter’dan çok daha iyi olacağından fazla detaya girmeyeyim. Abinin yokluğunda (çok kitap okudum) okuduğum non-Culture M. Banks kitapları arasında Algebraist hakkaten Culture’dı be annem! olsa da, The Feersum Endjinn, işte o zügeldi. Hem anlatım tekniği, kurgu, hem konu, twistler filan. Bir Use of Weapons olmasa da, olmasına da gerek yoktu zaten, öyle olduğu gibi sevdim ben onu.

 

Haruki Murakami / THBWATEOTW: 5 sene sonrasında tekrar canım çekti, ben de aldım yine okudum, oh mis gibi. TWUBC ile birlikte yegane el üstünde tuttuğum Murakamilerdendir. Twistini ve sonunu bilmek de değerinden hiçbir şey yitirtmedi, bilakis gücüne güç kattı. Bu sene, yılbaşına doğru bu amcanın ikinci hikaye toplaması olan BWSW’ı aldım, ilk hikaye seçkisi TEV de pek matah değildi ama BWSW çok entel dantel çıktı. Amaan bana ne.

 

W. Sommerset Maugham / Collected Stories Vol 2: Fransa’dan, Bordeaux’dan almış idim bu kipatı. İyi ki de almışım. The Razor’s Edge’in beyefendi hergele yazarı (hergele demeyelim de, halden anlar/hale gelir diyelim o zaman) çoğu Malay’da geçen hikayelerinde yine eski topraktan niyeyse hiç beklemediğim duygu ve düşüncelerle takdirimi topladı.

 

Neil Postman / Amusing Ourselves to Death: Bu da başucu kipatlarımdan biri oldu. Amca haklı, ama en acısı kendisinin de kayıp giden bir zamanın ağıdını yakmakta ve no future for you olduğunun sonuna kadar ayırdında olması. E sonuçta bir belgeselci gibi biraz dikkatlice baktığınızda hep kendi işine gelen tarafları gösterdiğini fark ediyorsunuz ama benim gibi internet aşığı bir adamı bile televizyon/pop kültür yükselişine sevinmek yerine üzülünebileceğine de (öyle bir potansiyel olduğuna) inandırdı. Her zaman derim, Emre, dünyanın senin gibi adamlarla dolmasını ister miydin? Alternatifim Kafka değilse, hayır, sağolun, almayayım.

 

 

 

 

End of part one, yarın devam ederiz artık (direkt buradan editler, ayrı bir girişe geçmem, merak etmeyin).

 

İmza : Sizi seven, yılın listeleri bittiğine hepinizin yorumlarına yorum katacak olan, Azimli Kipat Tenyası.

 

 

*** Ansızın, ertesi gün oluverir ***

 

Patricia Highsmith / The Talented Mr. Ripley: Bu kipatın filmini seyretmişliğim vardı, taa ne zamandan.. Hatta o zamanlarki bende önemli bir yere sahip olan Gwyneth Paltrow da oynuyordu ama işte öylecesine bir filmdi. Kitabı burada kelepirde bulmuştum, 1 Euro’ya almış idim yanlış hatırlamıyorsam. Bask ülkesinde İngilizce kitap bulmuş olmam bile almak için yeterli bir sebep olduğundan, alıp dolabın bir köşesine koymuş idim. Sonra, galiba eldeki kitaplar bitmişti de, bir göz atayım demiştim, zaten ne olduysa o zaman olmuştu. Çok hızlı bir sahneyle açılır kitap, olaylar siz daha nedir, ne yapıyoruz demeden gelişir, bir bakmışsınız Ripley Avrupa’ya gelmiş bile. Kitabın en sevdiğim yanı, Highsmith’in Ripley’e hiç acımadan, ters gidebilecek her şeyi ters götürüşü oldu. Düşünün bir, bir yandan deli gibi blöfler yapıyorsunuz, yalanı yalanla örtüyorsunuz, diğer yandan normal hayatta fizli saklı kalacak şeyler, asla olmayacak tesadüfler, karşılaşmalar birbiri ardında oluveriyor, çıkıveriyor. Ripley’in kıvırışları beni hep bir sonraki sayfaya attı. Tabii bir de aidiyetsizliği var. Bir de bir de daha iyi bir yaşamı hak ettiğine olan sarsılmaz inancı. Go Ripley go, kim tutabildi ki seni! Bu arada, filmine eklenen ekstra karakteri (ki Coupling’in Steve’i oynar – kaldı ki, halen Coupling’den referans verebiliyor muyuz, yoksa The Boat that Rocked ile Karayip Korsanları’nın hedesi ile Leverage’ın Sophie’si filan mi demek gerekiyor?) ve onla sağlanan farklı bitiş bence filmin sonunu kitaptan daha iyi bağlıyor. Kitabı, İtalya’yı pek güzel barındırdığı, anlatıya sindirebildiği için, İtalyasever OBM’ye vereyim diyordum ama iki üç ay kadar önce, polisiye romanlar üzerine sardırdığımız bir sohbet sonucunda neredeyse zorla Nerea’ya verdim, iki üç ayda okuyacağını düşünerek, o da okumadı, ben de Barış’a götüremedim (hem/hoş belki elimde olsa bile onu da C.S. Lewis’le birlikte unutacaktım).

Sarah Silverman / The Bedwetter: Stories of Courage, Redemption, and Pee: Yılın bombasıydı. O aşamaya (kitabın gelişi) geldiğimde, işte az çok ne menem bir şey olduğunu biliyordum Sarah Silverman kardeşimizin, kitap onu on bin kat pekiştirdi, kah güldürdü, kah daha güldürdü, kah insanlığımdan utandırdı (bir yandan gülerken). İşin "komiği" bu kitapla aynı amazon pakedinde asıl almak istediğimiz Tina Fey / The Bossypants ne kadar patlak, hem nalina (=komik) hem mihina (=profesyonel ciddiyet) vurmaya çalışıp da sonuçta ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamayan bir kitaptı. Sarah Silverman komik (k ile).

Neil Gaiman / The Graveyard Book: Bir Coraline olmasa da, bir romandan çok hikayeler bütünü olsa da, Gaiman’a karşı, popüleritesiyle doğru oranda artan ön yargılarım, kötü beklentilerimi fos çıkaran zevkli, heyecanlı ve güzel bir kipattı Mezarlık Kitabı. Ece’yi pek açmasa da, bunu -henüz- ilk düğümü atacak güzel bir filminin yokluğuna veriyorum. Silas da ne kadar güzel, iyi seçilmiş bir karakter ismidir bu arada.

Robert Charles Wilson / The Spin: Bu bilimkurgu kipatını o kadar ödülü vermişler diye seçip okudum, okumasam çok da bir şey kaybetmezdim ama çoktandır okuduğum kitaplarda pek karşıma çıkmayan ezik oğlan / cool kız (+kızın kafa ağabeyi) klişesi güzel geldi. Konu orijinaldi ama novella yeterli olurdu, 400+ (500+) sayfa (+ iki kipat daha) zorlama olmuş biraz..

Harold Pinter / The Betrayal: Senenin en iyi kipatlarından biriydi, hem de ciddi, yetişkin filan oluşu cabası. Fark ettirmeden yedirdiği anlatım tekniği olsun, üçgenin kaç köşesi, kaç kenarı dünyanın kaç bucak olduğu gibi temaları olsun, ve bunları tiyatro oyunu ile verebilmesi, e vallahi bravo.

Nurullah Ataç / Günlerin Getirdiği – Sözden Söze – Karalama Defteri – Ararken: Serin berrak su gibi geldi Ataç’ın denemeleri de, eleştirileri de, anıları da. İnsan her şeyin kendi zamanında keşfedildiğini, her düşünceyi iik kendinin düşündüğünü sanıyor (burada "insan" ben oluyorum), çok fena yanılıyor (söyleyin kendisine).Gürer’den yorum, Eki’den tweet, Emir’den takdir aldım, daha ne olsun. (Bu arada ilgili yorumda Gürer, N. Ataç’ın Sabahattin Eyüboğlu’na takılmasından bahsetmişti ya, geçen gün fark ettim, sevgili berberimiz de öyle bir "hayran çelebi", ne kadar güzel bir insan böylesine iyi kalpli, sevecen olabilmesi, tanıklık bile bir hediye gibi! (Yılın blogu tabii ki, tabii ki guzelonlu bu arada, ne sandıydınız a!)

Walter Kirn / Up in the Air: Filmi beni yerden yere vurmuştu, kitabı aşkı, ilişkileri, Alex’i bırakıp, daha ciddi başka yerlere eğildiğinden (tüketici toplumu, sürü psikolojisi, herkesin harcı değil bunlar ağır konu, etc…) kafamı duvarlara vurmadı ama sanki aynı Ryan’la (illa ki Clooney’nin filmi olarak canlanacak, cuk oturmuş idi çünkü) işte ağır konularda takılıyorsunuz gibi oluyor, hani hürmetten Alex Yenge meselesini açmıyorsunuz, o da karizmayı yukarıda tutacağım diye çabalamıyor.

Efendim, yılın kitabını seçmemiz gerekirse (hazır şimdi vermiş olduğum yıldızları da unutmuş iken)… çok zor öyle bir kitabı öne çıkarmak. O yüzden yılın kitapları bu üstteki kitaplar olsun (Spin hariç – Banks’lerden de Feersum Endjinn bir tek, diğerlerini boşverin), her biri kendi kategorisinin yıldızı… (çocuklar kardeş oldu mu…)

 

 

Hüsran listesi (bahsetmeye bile değmez, lafı olmaz):

Mark Haddon / The Curious incident of the dog at night time (20100419) 2.5*

Kiran Desai / The Inheritance of Loss (20110224) 0.0*

Tina Fey / The Bossypants (20110821) 2.0*

Arthur Schopenhauer / Aşka ve Kadınlara Dair – Aşkın Metafiziği – (20111018) 2.5*

Patti Smith / Çoluk Çocuk [Just Kids] (20111011) 1.5*