gülümseyin ve peynir deyin. Pazar kahvaltısı yazısı.

Küçüklüğümden beri peynir insanıyımdır. Kahvaltıda reçel ve diğer zevzek şeyler (bal, kuşburnu pekmezi, vs..) ancak peynir keyfimden sonra hala biraz yer kalmışsa gündeme gelirler (reçellerden gül, çilek ve ahududu, tercihen anneler yapımı, öylesi olamıyorsa da “Bon Maman” markası – balı reçelden /sanırım/ birazcık daha fazla sevsem de, kaçınılmaz ele bulaşması (o yapış yapış şeyin) yüzünden pek tercih etmiyorum).

Anne tarafım Erzincan’dan olduğundan, tulum peyniri ve bilmemki nereden (bol tuzlu) örgü peyniri, çeçil ve şimdi hatırlayamadığım bir çeşit peyniri daha severim, el/dil üstünde tutarım (hatırlayamadığım peyniri hatırladım: Kıbrıs hellim peyniri, mangaldan/ızgaradan/hiçbiri olmadı tavadan yeni kaldırılmış, gıcırrrr gıcırrr). (Ekmeğe sürülebilecek kadar yağlı) beyaz peynirsiz bir sofra düşünemem zaten (illa ki)

Severdim, el/dil üstünde tutardım, beyaz peynirsiz bir sofra düşünemezdim.

Hollanda’ya yolculuk göründüğünde, heyecanla bekliyordum bu peynir ülkesini. Meğerse bizim kaşar peynir (alt) klasmanı, orada ana klasman olarak tasavvur ediliyormuş. Ama Türk marketler sağolsun, o kadar yokluk çekmedik. Sevdiğimiz peynirlere yeni olarak Brie’yi ekledik, ki kendisi kaşar ailesinden olmayıp, (Avrupa’da) kaşar olmayan her türlü peynirin çıkış yeri olan Fransa’dan gelmektedir.

Türkiye’de olsam brie imkanı yok ilk 11’e giremezdi ama Hollanda gibi sandviçlerin temel öğün olduğu ülkede, bir süre sonra iyi (ve normal) gitmeye başlıyor. Somon kardeşliği var, sonra domates de yakışıyor. Başta kekliğimden kılıfı olan kağıdımsı katmanı ayırmakla uğraştıysam da, sonrasında bütün bu farklılıkları kucakladım ve yokluğunda aramasam da varlığında sevinerek, adına Pazar kahvaltı sofrası dediğimiz bu lezzet mozaiğinde ona da yer verdim.

İspanya’da durum Hollanda’nın aşağı yukarı aynısı menos Türk peynirlerinin bulunabilirliği. Bizim beyaz peynire yaklaşan bir peynir çeşidini (feta, o da yunan denizdaşlarımız sayesinde) bulmam yaklaşık 4 ayımı aldı ve bulduğum da bir santimetre küplük, salataya atılmak üzere hazırlanmış şirin şeyler oldu, ki burun kıvırmıyorum, bilakis onu bulduğuma da şükrediyorum.

Bu blogu niye yazdığıma gelince (asıl sebep): Hollanda’dayken bir ara Danish Blue’yu denemiştim, küfleri ot niyetine sindirmeye çalışarak (bak otlu peyniri de çok severdim Türkiye’deyken) ama kendinizi de beyninizi de bir yere kadar kandırabiliyorsunuz, olamamıştı. Burada ise birkaç ay önce nereden estiyse artık, rokfora (roquefort) bir atılımda bulundum, (iyi, sağlıklı anlamıyla) hastası oldum, anlamıyorum.

Sen al peynirleri, aliens’taki yumurtalar misali öbek öbek kokmuş loş rutubetli mağaralarda sakla, küflensin onlar, sonra da sat, millet yesin diye. Anlamıyorum, yiyorum yiyorum, yine anlamıyorum. İşin komiği paketlerin üzerinde son kullanım tarihi yazıyor da Bengü’yle dalgasını geçtik, “o tarihten sonra o kadar güzel bir hale geliyor ki, insan başka bir şey yemeyi bırakıyor, whiskas yemiş kedi gibi(n)”.

Roquefort’lar mağarada, şaka değil!

Alexa Hennig von Lange ile Maria Rita Epik (ya da: şarkısız)

Geçen hafta Ece ile, hem elimizdeki kitapları iade etmek, hem de yenilerini almak üzere bizim mahallenin kütüphanesine gittik. Çocuk kısmından çıkıp, memurun masasının orada sıramızın gelmesini bekliyorduk ki, gözüme yeni gelen kitapların sergilendiği raf ilişti. Kitapların arasında geçen sene okuyup da pek (hiç) beğenmediğim “The Curious Incident of the Dog in the Night Time”ın yazarı Mark Haddon’ın yeni kitabı “Boom!”, onun altında da daha önce hiç duymadığım bir yazarın (Alexa Hennig von Lange) hoş kapaklı “Tengo Suerte” (Şanslıyım) adlı kitabı vardı. Kitapla yazarın adını not edip, Ece’nin kitaplarını işlettirip, eve döndük.

Eve dönünce internetten baktım, işte böylelikle tanışmış olduk pek sevgili Alexa Hennig von Lange ile. İngilizce’ye çevrilmiş hiç kitabı yok ama Bengü’nün de tasvip ettiği üzere, insanın fotoğraflarına bakınca kitabını da okumak istediği türden bir fiziksel entitiy (oluşum). Bunca sıkıcı adamı/kadını tipine bakmayıp okuduk da ne oldu, bir de böylesini denemeli.

Gelelim Maria Rita Epik’e. Maria Hanım, 1979 yılında Eurovision yarışmasında “Seviyorum” adlı şarkısıyla ve 21. Peron adlı grupla ülkemizi temsil etmek üzere seçilen kişi. Sonradan Araplar demiş ki, yok kardeşim, bu yarışma İsrail’de ve dahi Kudüs’te yapılacak (Su yeniden yazmaya başladı bu arada, yupi yupi ya yo (and a bottle of rum)!), haşa zinhar namümkün. Giderseniz keseriz petrolünüzü, tu kaka! İşte bizimkiler de (apartman yöneticisi Sabri Bey, Erdal Özyağcılar, Ercan Yazgan, etc..) çareyi yarışmadan çekilmekte bulmuşlar ve böylelikle bu güzel şarkı ve bir genç hanımın umutları (nokta)

Ne Kitapsız Ne Kedisiz. (seviyorum, seviyorum)


yılın listesi: filmler 2010 (ve inanmazsınız, 2009)

bu ikinci giriş aynı konudaki, bir öncekinde epey söylenmiştim, küsmüş, bozulmuştum, uçtu gitti sonra, vardır bir hayır. evet.

neden kızmıştı emre? çünkü bu yılın film listesini hazırlamadan evvel geçen senenin listesini bulmaya çalışmış fakat böyle bir listeyi hazırlamamış olduğunu fark edince ve dahası kimsenin de onu ne arayıp ne sorup, “yahu üstad/monşer/haşibaşi, bu sene liste gelmedi, ne iş, bir sorun mu var, yardıma koşalım bir sözün yeter” diyenim olmadı. Bir de üstelik 2008’in listesine bir dolu şey yazmışım, demiştim, ondan sonra da bu sene yok öyle şey, listelemem bile büyük nimet mis puding filan yazmıştım, demiştim, etmiştim. bir de izlediğim filmlerin çetelesini tutuyorum diye övgüye mazhar eylemiştim kendimi (nihansın dideden).

2009 (2009!)

  • Blinkende Lygter (Flickering Lights)
  • The Shop Around the Corner
  • Mad Dog and Glory
  • Efter Brylluppet (After the Wedding)
  • Batman: The Dark Knight
  • Coraline
  • Two Lovers
  • The Boat that Rocked
  • Sunshine Cleaning
  • Primer
  • Okuribito (Departures)
  • Limits of Control
  • Rosencrantz & Guildenstern are Dead
  • Choke

http://www.filmofilia.com/wp-content/uploads/2008/12/two-lovers-b.jpg
2009’un en iyi filmi. o kadar.

2010

  • District 9
  • UP
  • Moon
  • Avatar
  • Up in the Air
  • The Men Who Stare at Goats
  • El Secreto de sus ojos (The secret in their eyes)
  • Greenberg
  • Synechdoche, New York
  • The Illusionist
  • Cloverfield
  • London River
  • Nueva Reinas (Nine Queens)
  • Inglorious Basterds


2010’un en iyi filmi, var mı?

yumuşayan kalbimden, sizler için, yine de:

  • Moon’un robotu. Çok teşekkür ederim, böyle bir robota gerçekten ihtiyaç vardı.
  • (Yılın dizileri listerinde gene bir daha yazarım ama yine de: ) Lie to Me’de Monique Gabriela Curnen var, Polonya asıllı polis memuru Sharon Wallowski’yi canlandırıyor ve ben onu çok seviyorum.
  • Cop Out’un rehine sahnesi beni gülmekten yere yatırdı, kendisi de bütün olarak kötü değildi (ama Kevin Smith değil – double negative. Artık çok üzülmüyorum da onun böyle oluşuna).
  • Yılın sahnesi derseniz, çok kesin olarak, (Onların) Gözlerinin Sırrı (El secreto de sus ojos) filminden (ki film de müthişti – ya sanırım bu yabancı film oskar komitesi, nobel barış ödülü gibi farklı bir grup tarafından hazırlanıyor, zira son dört yılın üç filmi de çok iyiydi (Die Falscher’i seyretmedim, diğerleri: Das Leben der Anderen (Başkalarının yaşamı), Okuribito (Gidenler), El secreto de sus ojos (Gözlerinin sırrı)). Gelelim sahneye, işte Benjamin Irene’le kitabı hakkında konuşuyor, tren sahnesini anlatıyor, Irene de “aman pek romantik, duygusal olmuş (amaaaaan, alın işte şu sahnenin oradaki Irene’in o bakışı var ya, ah o bakış, kansorejen–

– Bu ilk çalışma.
– Biraz daha kahve yapayım.
– Evin hayal ettiğim gibi.
– Ah, öyle mi? Nasıl hayal ediyordun?
– Nasıl mı? Böyle. Şöyle böyle tahmin ediyordum.
– Tabi. Senin evine göre bayağı farklıdır.
– Benim evimi biliyor musun?
– Hayır. Bundan farklıdır, diyorum.
– Ah.
– Tamamen farklı.
– Neyden korkuyorsun Benjamin?
– Ha?
– Burda bir kağıtta “korkuyorum” yazıyor. Neyden korkuyorsun?
– Hayır, hayır. O.. o yazmaya çalıştığım zaman yazdığım bir şey.. yarı uyanıkken hayal gücümü ortaya çıkarmak için… yazdığım bir saçmalık, önemseme.
– Peki, hadi, bana anlat.
– Pekala, bu bir roman… bir romanda gerçek hikayeden bahsetmen gerekmez… ya da inanılası bir şeyden.
– Evet.
– Hayır,hayır, nasıl? İnanılmayan şey ne?
– Ay Benjamin, şu kısım, adam Jujuy’a gittiği zaman… kendini yırtarcasına ağlıyor.. kız da kaldırımda sanki hayatının aşkı gidiyormuş gibi koşuyor.
– Peki…
– Camdan ellerini değdiriyorlar sanki tek bir insanmış gibi… ve kız ağlıyor… sanki kendini vasat ve sevgisiz bir kaderin beklediğini biliyormuş gibi.. sanki hiç itiraf edemediği bir aşk için… bağırmak istermiş gibi…
– Evet.. böyleydi. Ya da değil miydi?
– Eğer yaşanan gerçekten böyleydiyse, neden beni yanında götürmedin?.. Aptal.

bugünlerin, yarını da var, gidiyorum ben, sen hoşça kal.

Give me a reason to love you/Give me a reason to be/A woman

Miranda July’ın yeni filmi “The Future” 21 Ocak’ta Sundance Film Festivali’nde, klişe tabirle görücüye çıkacakmış. Oyyy oyyy oyyyy, mirandajuly lay.

Haberin Kaynağı: Miranda July’ın blogu — http://mirandajuly.com/news/12-15-10/
Resmin Kaynağı: /Film — http://www.slashfilm.com/miranda-julys-the-future-photos-plot-synopsis-jon-brion-composing-premiere-sundance/